10 Nisan 2025 Perşembe

HUŞU














Gözümdeki ağırlığın sebebini henüz çözememiştim. Açmaya çalıştım, hiç oralı olmamıştı sanki benimle inadını yarıştırıyordu. Ben gözümü açmaya çalıştıkça göz kapaklarım ısrarla kapanıyordu. Kundakta gibiydim, ellerimle göz kapaklarımı tutmak için yeltendiğimde ellerimin arkada bağlı olduğunu farkettim. Bulunduğum yer çok dardı. Dizlerimi biraz kaldırmaya çalıştığımda hemen üzerindeki tahta parçasına çarpıyordu. Ayağımda ayakkabılarım, üzerimde pantolonum ve tişörtüm yoktu. Ayak parmaklarımın arasında, dizlerimde, boynumda beni rahatsız eden bir şeyler dolaşıyordu. Başımı kaldırıp olan biteni görmek için bakmaya çalışmıştım. Tek gördüğüm koca bir karanlıktı. Başımı tekrar yere bırakıp sürünerek en uç noktaya gitmeye çalıştım. Yaklaşık on santim ilerlediğimde ayağımın bir yere çarptığını gördüm. Biraz ittirmeyi denedim, ittirdikçe geri gidiyordum. Tekmelemeyi denedim, tekmeledikçe sanki ayağıma kıymık batıyordu. Ayağımın acısıyla irkildim. Bu sıkışık ve dar alanda sağa sola çarpmakla yetindim. Ben çarptıkça etrafta kaçışan bir şeylerin olduğu hissiyatı artık yerini kesinliğe bırakmıştı. Bu dar rahatsız yere beni kim tıkmıştı? Benden kim ne istiyordu? Bir şaka? Hiç sanmam, eşek şakası yapacak arkadaşlarım vardı ama bu kadarını ancak psikopat ruhlu insanlar yapabilirdi. Bir intikam? Olabilir ama intikam alırken benim acınılacak halde olan yüz ifademi görmek de isteyebilirdi bu kişi. Bir kabus? Keşke olsaydı, sıcak yatağımda uyansaydım. Yorganın beni boğduğunu ve kâbusu bundan dolayı gördüğümü anlasaydım. Ama ben hiçbir şey anlamamıştım. Tek anladığım kapalı bir yerde birileri tarafından tıkılmış olmamdı. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Hayal meyal hatırladığım tek şey işten çıkıp evime doğru yürüyor oluşumdu. 

Alnımdan sadece bir damla olarak akan ter sağ tarafıma doğru kayarak şakağımdan kulağımın arkasına doğru indi. Sonra bir damla küresi daha oluştu alnımda. O da sol güzergahı tercih edip kulağımın arkasından boynuma doğru yola koyuldu. Çakıl taşları topuğuma diken gibi batıyordu. son merasimlerini benimle bu kapalı kutuda yapmak istemişlerdi belli ki. Benden başka insan görmeyecekleri için belki de bu kadar içli dışlı olmuşuzdur kendileriyle. Hatta beni o kadar çok sevmiş olacaklar ki yukarıdan yeni yeni çakıl taşları dökülüp eşlik ediyordu merasimimize. Ayaklarımla çakıl taşlarını sağa ve sola savruşturmaya başladığımda en son hatırladığım kareden bir şey daha aklıma geldi. Peki bu bilgi benim işime nasıl yarayacaktı? Hafızayı lokomotif vagonlarından oluşan bir bulmacaya benzetebiliriz. Bilgiler geldikçe bulmacanın parçaları oluşuyor ve ardından devasa bir lokomotif oluşuyor. Biz ise bu lokomotifin makinisti oluyoruz ve gerekli mercilere götürmekle yükümlü oluyoruz. Biraz daha hafızamı zorlamak istedim. Beynimi zorladıkça ihtiyaç duyduğu oksijen de artıyordu. Bu kapalı ortamda ihtiyacını karşılayabileceğimi hiç sanmıyordum. O yüzden düşünmeyi bıraktım. Ne kadar uzun aralıklarla zorlarsam hafızamı, o kadar uzun süre bu dünyanın havasını soluyacağımı biliyordum. Buradan kurtulmam imkansızdı. Ellerim halatla bağlanmıştı ve çözülmesini bıraktım gevşemesi bile imkansızdı. Yaşamım boyunca o kadar çok uyumayı istemiştim ve uyuyamamıştım ki "İşte!" dedim kendime. "Bundan daha iyi bir fırsat bulamazsın." Gözümü usulca kapattım. Uykuya dalma gibi bir niyetim yoktu, sadece bunca zamanın, iş hayatımın, aşk hayatımın, gezememelerimin ve görememelerimin yorgunluğunu atmak için birazcık gözümü dinlendirecektim. Zaten deliksiz bir uykuya girecektim ve ruhum buradan çıkıp bir sağa bir sola doğru uçuşmaya başlayacaktı. Belki de istediğim şey oluyordu. Yapmaya cesaret edememiştim hiçbir zaman. Şimdiye kadar iki kere intihar girişiminde bulunmuştum. Birincisinde aşırı doz ilaç kullanmak için evime doğru gidiyordum. Kaldırımda yürürken binaların birinden ayağıma saksı düşmüştü. Yaşadığım acı beni öylesine rahatsız etmiş olacak ki eve girdiğimde ilaçları tek seferde yuttuğumu düşündüm. Sonra midemde oluşacak hasarların yaşatacağı zorlukları düşündüm. Bu acıyı çekerek ölmek istememiştim bir an için ve yaşamımı devam ettirmiştim. Benim aradığım ölüm acısız olandı. Şimdiye kadar her şeyin en rahat olanını tercih etmiştim. Rahatlık kanıma karışmıştı ve benim için zor olan her şeye karşı antikor üretiyordu. Savunma mekanizmam çok güzel işliyordu. Bugüne kadar sürebildi bu işleyiş. Gocunmadım ama ben. Yapmaktan vazgeçtiğim ama en ufak uyaranla yapmaya tekrar yelteneceğim şeyi sanki birisi bana bir iyilik yapmak istemişçesine tekrar yaşıyordum. Artık yavaş yavaş, rahatsız edile edile, acı çeke çeke yaşamım sona erecekti ve ben mutluydum. Tuhaf, ama mutluydum. Sanki böyle bedenim üşüyor gibi hissediyordum, üşümek mutluluk hissimi uyandırıyordu. Ellerim karıncalanıyordu sanki. Bundan dolayıdır ki karnımda kelebekler uçuşuyor gibi hissediyordum. Sırtıma batan çakıl taşları beni gıdıklıyor, bedenimde gezen böcekler beni öpüyordu sanki. Gevşemiştim zihnimdeki bütün enerjiyi bedenime orantılı olarak yaydım. Kapalı kutunun her yerine yayıldım. Hatta yatağımdaymış gibi yüz üstü uzanmaya başladım. Birkaç dakikada bir pozisyon değiştiriyordum. Rastgele bir dönüşümde doğaya ait olmayan bir iki şey farkettim kutunun içinde. Ne olduğunu anlayamadım. Ellerim bağlı olduğu için başka şekillerde anlamaya çalışıyordum. Çok geçmeden pes ettim. Çok fazla efor sarf edip de bu tatlı anın kısa sürmesinden endişe duymuştum. Ama bir yandan da ellerimdeki ipin çözülmesi için ufak bir çaba sarf ediyordum. Bir an için başımı kaldırıp önüme, etrafıma bakma isteği uyandı içimde. Refleks olarak hızlı kaldırdığım için başımı tahta kutunun üst kısmına vurmuştum. Başımı vurduğumda aklım yerine geldiği için mi yoksa o anı hatırlattığı için mi bilmiyorum ama bir şeyler daha hatırlamıştım sanki. 


 













 







Üç Gün Önce 

Taşı sürüklerken arkamdan biri seslenmişti. Seslenenin kim olduğuna bakmak için döndüğümde dengem bozulmuştu ve yanlış hatırlamıyorsam yere düşüp başımı kaldırımın kenarındaki banka vurmuştum. Gözümü açtığımda hastanenin en loş ışıklarının bulunduğu, kişisel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacağın, korkutucu ve bir o kadar soğuk olan, koridorun en uç noktasındaki odasındaydım. Tahmin edeceğiniz gibi burası hastanenin acil kısmıydı. Kendimi hantal hissediyordum. Sağ şakağımda bir ağırlık ve yumuşaklık vardı. Elimi götürüp incelediğimde sargı bezi olduğunu fark ettim. Biraz bastırdım elimi, amacım acının ne kadar seviyede olduğunu öğrenmekti. Anlaşılan kötü darbe yemiştim ve bir süre burada müşade altında tutulacaktım. Beni hastaneye getiren kişinin kim olduğunu öğrenmek istiyordum ki bu düşüncem alevlenirken o kişi odaya girmişti. Bu kişi, yeşil gözleriyle vazgeçenlere hayal vaadeden, kumral saçlarıyla umut müzesinde saç telleriyle sergi düzenleyen, saçındaki dalgalarıyla sörf yapma imkanı sunan, bilmeyenleri ise boğan, elit güzelliğiyle beni benden alan Kardelen'den başkası değildi. Üzerindeki trençkot resmiyeti, çizmesi gücü, boğazlı kazağı ise samimiyeti temsil ediyor gibiydi. Kendisi tıpkı kardelen çiçeği gibi kış vakti açıyor ve baharın gelişini simgeliyordu. Bu arada tahmin edeceğiniz gibi kış mevsimindeydik. Kışın en sert günleri geride kalmış, Mart ayına birkaç gün kala kendisine yalvarıyorduk kışı tekrar bizlere yaşatmasın diye. Fakat sırf kendileri kardelen çiçeklerini mutlu etmek için ufak çaplı bir kış daha yaşatacaktı bize. Bundan da emindim. 
Kardelen, bütün samimiyetiyle yanıma yaklaştı ve nasıl olduğumu sordu. Ağrılarıma rağmen gülümseyip, aynı samimiyetle karşılık vermiştim. İyi olduğumu, birkaç saate çıkabileceğimi söyleyip yastığa daha da gömmüştüm başımı. Sadece birazcık daha dinlenmem gerektiğini o yüzden de yalnız kalmam gerektiğini söyledim. Gülümseyip tamam demişti. Sonra da odadan çıkmıştı. Çıkarken son bir kez daha dönüp bakmıştı ve gülümsemişti tekrar. Tekrarlanan şeyler güzelse mutluluk dalgası yaratıyor insanın içerisinde. Ama kötüyse hemen oradan kaçmanız dışında başka bir şey temenni edemiyorum. Çünkü bu durumda genellikle ruhun nörotransmitterleri gelmiş geçmiş en büyük acılardan birini yaşamanıza sebep oluyor. Benim korkmam gereken bir şey yoktu. İçimdeki mutluluk dalgaları, titreşerek bütün hastaneyi dolaşmış gibiydi. Zihnim dalgınlığın karanlığından çıktıktan sonra, bedenim biraz hareketlilik istemişti. Kalkıp odanın kapısına doğru yönelmiştim. Odadaki hemşire ilk süreçte müsade etmemesine karşın ben sert çıkışıp umursamadan dışarı çıkmıştım. Her katı, her koridoru ağır ağır dolaşmaya başladım. Farklı insan çehreleri, farklı duygular, farklı rahatsızlıklar görmüştüm. Tuhaf bir şekilde aynı umutları da barındırıyordu bu insanlar. Her birinde hastalıklarını yeneceklerine dair umutlar, çıktıktan sonra yapacaklarını düşündükleri hayaller vardı. Hayalleriyle yaşıyordu bu insanlar, umutlarına da bir tutam akordiyon ve iki tutam piyano müzikleri ekliyorlardı. Daha fazlasına gerçekler müsade etmiyor, ekleyemeyenleri intihara sürüklüyordu. En üst kata çıkmıştım, saymadım ama muhtemelen sekizinci katta falandım. Nedendir bilinmez bu katta bir adet te teras vardı. Onca zorluğa ayak uyduramayan, gerçeklerin kısıtladığı umutlarla yaşamaya çalışan, hastalıklarıyla yaşamayı beceremeyen, çokça insanın bulunduğu bu hastanede neden böyle bir yer vardı? İnsanlar gidip, erişemedikleri huzularına biraz olsun burada, bu eşsiz manzaranın önünde erişsin diye mi, yoksa eşsiz manzara önünde son sigaralarını yahut çaylarını, kahvelerini artık neyse içip, son soluklarını burada aldıktan sonra kendilerini boşluğa atsınlar diye mi vardı? Bence her ikisi içindi. Ve her ikisi de manzaranın olağanüstülüğüne dayanamayıp küçülecekti. Kimisi embriyoya dönüşecek, kimisi çocukluğuna inecek, kimisi ise bir anda ihtiyarlık aşamasını atlayıp küçülecekti. Terasa doğru yürümüştüm. İçeride ivedilikle sigarasını içen hasta bakıcılar, esnaf görünümlü doktorlar, umudunu kaybedenler ve kaybetmeyenler vardı. Masalar ve sandalyeler çoktan miadını doldurmuş, kırık dökük hurda yığınlarına dönüşmek için canla başla çabalıyorlardı. En sağ tarafta iki otomat vardı. Biri espresso, mocha, macchiato gibi sıcak içecekler, diğeri ise bilimum kraker ve bisküvi türleri barındırıyordu içinde. Otomatlara yönelmiştim ve sahlep almıştım sadece. Bisküvi veya kraker yiyecek durumda değildim. Çünkü bir hayli iştahsız ve durgundum. Sahlepimle birlikte terasın korkuluklarına yönelmiştim. Aşağıya baktım ve başım dönmeye başladı. Aşağıdaki insanlar karınca, ambulanslar, arabalar böcek gibi gözüküyordu. Sekiz kattan da yüksekti burası. Bir an için kendimi umudunu kaybedenler arasında bulmuştum. Bu boşluktan aşağı atlasam ne olabilirdi ki diye düşündüm. Birkaç saniyelik süzülme sonrası betona, bir insanın üzerine yahut bir ambulansın tavanına yapışırdım. En acısız ölüm bu olabilirdi benim için. Sadece kendimi boşluğa bırakma sürecinde yaşayacaklarım gerecekti beni. En iyi ihtimalle ölürdüm. En kötü ihtimalle sakat kalırdım. İrkildim ve uzaklaştım korkuluktan. Sakat kalma ihtimali olan bir intihar türü asla istemiyordum. Birine ihtiyaç duyarak yaşamak hayatımda isteyeceğim son şeydi. Ki ihtiyaç duyacağım kimse de yoktu. Annem yirmi sene önce, ben daha dokuz yaşımdayken işten eve dönerken bindiği minibüsün kaza geçirmesi sonucu ölmüştü. Babam ise iki sene önce ağır geçirdiği hastalık krizlerine daha fazla dayanamayıp, gece yatağında en sakin, en huzurlu şekilde son nefesini vermişti. Eş dost, konu komşu da yoktu bende. Akrabalar desen, kısmen de olsa yardımcı olmaya çalışıyorlardı ama benim akrabalık ilişkilerim zayıftı. Benim insan ilişkilerim zayıftı. O yüzden olsa gerek yakın zamanda kendi mesleğimi bırakıp, çöp toplayıcı olmuştum. Sokaklarda kendi kendime gezip yerlerdeki çöpleri, izmaritleri toplayıp çöp kutusuna atıyordum. İki ay falan olmuştu işimi bırakalı. Önceleri mali müşavirdim. Gereğinden fazla insanlarla muhatap olmak beni germiş olacak ki bıraktım işimi. Çöp toplarken inanılmaz huzurluydum ve huzurun her zerresi dağarcığıma temas eden bir şefkat eli gibiydi. Herkesin şefkat eline ihtiyaç duyduğu zamanlar olmuştur. Kimileri yalnız kaldığında, kimileri mutsuz olduğunda, kimileri çaresiz olduğunda bir şefkat elinin yanaklarından akan göz yaşlarını silmesini istemiştir. Bazıları ise o elin hiç yanlarından ayrılmasını istemez. Bazen saçının okşanmasını, bazen yüzünün okşanmasını, bazen ise ruhunun ve kalbinin okşanmasını ister. Bu ise insanın doyumsuzluk noktasından ev satın almasına sebep olur ama bir süre sonra o evin temeli çürüyecektir ve en ufak depreme bile dayanaksız hale gelecektir. Bu yüzdendir ki şefkat eline ihtiyacı olan insanlar konar göçer olmalıdır. 

Hastanenin terasından çıkarken bardağı çöpe atıp, itiniz yazan kapıya doğru yönelmiştim. İtiniz yazmasa bile ben o kapıyı itecektim. Rahatsız edecektim. İtip, kakacaktım. Rencide edecektim. Bu zamana kadar ses çıkaramayan herkese yapılmış, ya da teşebbüsünde bulunulmuş her şeyi, herkesin önünde kapıya yapacaktım. İnsanların dışarıya yansıtamadıkları her şeyi kapı yansıtacaktı. Gıcırdayarak yahut sertçe kapanarak. Ötekileştirilen insanların sesi olacaktım. Çıkarken de son bir kez arkama dönüp utancından boynunu büken insan demetine bakacaktım. Elimi kapıya uzattım, açtım ve sertçe çarpıp çıktım. Arkama dönüp baktığımda, sigara dumanlarıyla kahkahalar birbirine girmiş, hiç kimse oralı olmamıştı. O gün benim doğum günümdü ve ben doğum günümde rencide olmuştum. Kahkahaların titreşimleri arasında kaybolup boynumu büküp odama doğru yola koyulmuştum. 

Odama doğru giderken aklımdaki düşünceler hakkında nasıl bir yol haritası çizeceğime dair düşüncelere dalmıştım. Düşünceler için düşüncelere dalmak… Bu bir insanın çöküş hikayesinin başlangıcıdır ve başlangıcı ne kadar iyi kurgularsan devamında o kadar hızlı adımlarla çöküşe geçebilirsin. Hatta en hızlı çöküşe geçenler dalında Oscar bile alabilirsin. Ben hiçbir zaman aday gösterilmedim. Sanırsam senaryomda bir aksaklık vardı. Hayatımdaki kopuklukları bağlantı kabloları bile bağlayamazdı. Bağlantı kablolarının galiba tek işe yarayacağı an, odamda duran kumral saçlarını odanın her tarafına yayan ve kokulu, güzel bir yastık edasıyla kullanabileceğimi hayal ettiğim Kardelen'i ruhuma bağlayacağı andı. Sıkı bir düğümden önce iletkenliği en yüksek bölgesini keşfetmem gerekiyordu. Çok sürmeden buldum. Kalbine dokunacak birkaç cümle kurmayı denedim.
"Ne zaman geldin?"
"Yirmi dakika oldu, seni göremeyince endişelendim. Nereye gitmiştin?"
"Hastanenin terası varmış biliyor musun? Oraya gittim. Biraz hava aldım. Gökyüzünü izledim. Biraz da yer yüzünü izledim. Bir şeylerin eksik olduğunu hissettim o an. Öyle bir şey ki bu, ekseriyetle eksik olduğunu hissettiğim şeyle aynıydı. Hatta kendisiydi. Yalnız hissediyor gibiydim o an. Ve yalnız hissettiğim her anda Kardelen çiçeğini aklıma getirirdim. Yalnız başına, dağ eteklerinde, karlı havalarda, diğer çiçeklerden uzak ve bir başına açabilen çiçeklerden birisi. O da yalnız kalıyor ama güçlü kalmayı da başarıyor. Boynu bükülmüyor, yalnızlığın sıkıcılığından şikayet etmiyor. Sonra aklıma başka bir çiçeği daha getiriyorum. Bu çiçek ise güçlü karakteriyle, destekçi duruşuyla, gülen yeşil gözleriyle mutluluğun simgesi haline geliyordu her karşıma çıktığında. Onun da adı Kardelendi ve ben kardelenlerin en çiçek olanı ve en mutlu olanını şu an tam karşımda görüyordum. Ama bu çiçeğin diğer Kardelenlerden çok büyük bir farkı vardı. Diğerleri yalnız kaldığımda güçlü olmayı öğretmişti, bu ise yalnız kaldığımda yanımda olmayı görev bilmişti. Birde diğer kardelen çiçeklerinden çok daha güzeldi."

Kardelen geldi yanıma yatağa oturup, başını omzuma koydu. Tek kelime konuşmadı dakikalarca durdu. İkimizde boş duvarı izlemeye başladık. Duvarda onunla el ele tutuşup koştuğumun silüetini hayal ettim. Güzel düşüncelerdi bunlar. Bir anda dönüp iki elimi tutup gözümün içine baktığı silüetini hayal ettim. Farklı düşüncelere dalmıştım. Bazı sebeplerden dolayı kavga ettiğimizi silüetini hayal ettim. Düşüncelerim negatifleşmeye başlamıştı. Evde tek başıma sandalyede oturup sigara üstüne sigara yaktığımı hayal ettim. Birazcık da karanlık olmuştu. Göz yaşlarımın duvarlardan parkelere uzandığının silüetini hayal ettim. Daralmaya başladım, göğsüm sıkışmıştı. Nefes alıp verirken zorlanmaya başlamıştım. 
































Bütün düşüncelerden sıyrılmaya çalıştım. Başardığımda ise tabutun içinde olduğumdan göğsümün sıkıştığını anlamak çok zor olmamıştı.
Alnımdan o kadar çok ter akıyordu ki tabutun içi dolacakmış ve erkenden mutluluğa erişecekmişim gibi düşünüyordum. Alnımdan boynuma doğru yavaşça süzülen ter damlaları gıdıklıyordu beni. İlk olarak gülümsedim, hoşuma gitmişti. Gülümsemelerim kahkahalara döndükçe daha çok terliyordum ve daha çok hoşuma gidiyordu. Beş dakika kadar yapsam yeterli olacaktır diye düşündüm. Bu sıkışık yerde bir şeylerle oyalanmam ve oyalandıkça da ölümü unutmam gerekiyordu. Çünkü daha düşünecek çok şeyim vardı. Beni buraya kimin koyduğunu hatırlamam gerekiyordu. Hatırlayıp öteki tarafta yüzleştiğimizde teşekkür etmem gerekiyordu. O yüzden bir şeylerle oyalanıp aklıma yeni şeylerin gelmesi için zaman kazanabilirdim. 

Ayaklarımı bağlayan ip, farkında olmadan çabaladığım için gevşemişti. Biraz daha çabaladım ve o an dünyanın en mutlu insanı bendim. Çünkü ayakkarımla ritim tutacaktım ve burada olduğumu unutup biraz olsun eğlenecektim. Küçük çocukların ağlarken ayaklarını yere vurması gibi baştan savma, düzensiz ayaklarımı tabutun tabanına vurmaya başladım. Ritim nedir, nasıl yapılır o an unutmuş gibiydim. Biraz bekledim, düşündüm aklıma Kill Bill filminde hemşire kılığına giren ve hastane koridorlarında ıslık çalarak yürüyen Elle geldi. Hiç düşünmedim, ayaklarımı yere vurarak ritim tutmaya başladım. Eğleniyor gibiydim. Hayır, kesinlikle eğleniyordum. Fakat bir süre sonra yorulmaya başladığım için yeri topuklamayı bıraktım. Parmak şıkırdatmayı ve ıslık çalmayı bilmiyordum. Dört sene önce Kadıköy moda sahilinde Kardelen ile otururken iddiaya girmiştik. İddiayı kazanıp güle oynaya parmak şıkırdatmaya baslamıştı. Nasıl yaptığını sorduğumda daha çok kahkaha atmıştı. İşte o gün bana, benle alay ederek şıkırdatmayı öğretmeye çalışmıştı. Becerememiştim. Dört sene sonra ilk defa yerin altında, ölüme kesin gözle bakarken denedim bu eylemi. İlk deneyişim hüsranla sonuçlandı. Sürtünme sesinden başka bir şey duymadım. İkinci kez denedim, üç, dört kez denedim olmadı. On, yirmi kez denedim, devam ettim. Otuz, elli kez denedim, parmaklarım ağrımaya başladı. Yetmiş beşinci denememde o sesi çıkarabilmiştim. Parmaklarım "Yeter dur artık." diyordu. Zihnim ise "Kendin için eğlence buldun devam et." dedi. Ben zihnimi dinledim. Devam ettim bu eğlence hengamesinde kaybolmaya. Bir süre sonra yorulup bıraktım. 

 "Keşke ıslık çalmayı da biliyor olsaydım. Biraz da ıslık çalarak eğlenirdim. Şimdi hiçbir eğlencem kalmadı." dedim kendi kendime. 


 Düşünmeye başladım. Kendimi yorana kadar düşündüm. Uykum gelmeye başladı. Uyumamalıydım. Aklıma bir fikir geldi. "Anılarımı, geçmişte yaşadıklarımı düşünürsem uykum gelmez ve beni buraya kimin koyduğunu bulmaya belki bir adım daha yaklaşırım. " dedim ve transa geçtim. 


























24 Sene Önce Kış Mevsimi

Bulutlar Çatalca üzerindeki hakimiyetini kurmuştu. Havalar soğuk, evde çay içip bisküvi yerken camdan tren istasyonunu yavaş yavaş dolduran karı izliyordum. Gelen trenleri izleyip, vagonlardan dışarıyı izleyen kaç insanla göz göze geldiğimi hesap etmeye çalışıyordum. Trenlerin geliş saatini ezberlemiştim. Sonraki tren muhtemelen saat 6 ile 6:30 arasında gelecekti. Bulaşık televizyon gürültüleri birbirine girmiş, babam ile annem iki ayrı Dünya'nın insanı gibi davranıyorlardı. Aralarında sanki bir soğukluk, bir hüzün izdüşümü, bir kasvet bağı var gibiydi. Babam her zamanki gibi işten gelir yemeğini yer -yerken de tek kelime konuşmaz - kendi koltuğuna kurulup haberleri izlerdi. Ardından ise kendisini en mutlu edecek yarışma programını izlerdi. Her güne sığdırdığı bir program vardı. Programlardaki soruları cevaplar, kendi kendine gülüp eğlenirdi. Sanki yaşamaktan sıkılmış gibiydi. Başka amacı yok, bulunduğu sahteliğe bağlanmış gibiydi. Sahte Dünya, sahte ilişkiler, sahte mutluluk. Babama göre yarışma programları hariç sanki her şey sahteydi. Annem ise sabahtan akşama kadar evde durur. Temizlik yapar, yemek yapar, markete giderdi. Babam yokken televizyonun başına geçer, gündüz kuşağı programlarını izlerdi. Anneminde galiba tek keyif aldığı aktivitesi buydu. Bir de bazenleri komşularına gider diğer komşularının dedikodularını yapardı. Beni hiçbir zaman yanında götürmezdi. İşte o zaman televizyonun hakimiyeti bende olurdu. Ve o zamanda mutlu olan ben olurdum. Galiba iletişimin kopuk olduğu evlerde mutluluk dozunu ekran bağımlılığı ile alıyorlardı insanlar. Bunu beş yaşımda tecrübe edinmiştim. 

Babam hep suskun, annem ise hep mutsuz ve sitemkardı. İkisi de benimle ilgileniyor gibi gözüküyordu. Nadir gülümsedikleri anlardan birisi de gözüme baktıkları andı. Babam benle konuşur çok nadir oynar, annem de istediğim hemen her şeyi maharetli ellerinden geçirip karnımı doyurmak için çabalardı. Bunlar ama beni mutlu etmiyordu. Biraz konuşup, birbirlerinin yüzlerine sahtede olsa gülümseseler ben de mutlu olacaktım. Babama sahte gelen şey bana gelmeyecekti çünkü henüz çocuktum. 

İlk yağan kar tanelerini bundan üç gün önce beş yaşımın ilk gününde görmüştüm. Kar, sokak lambalarının ışığında süzüle süzüle yere değiyor ve değer değmez eriyordu. Yarım saat geçti, biraz hızlandı gibi oldu. Sadece arabaların üstünde çok az miktarda kar birikmişti. Sonra ise birden bulutlar kar yağışını yavaşlatıp tamamen durması için gökyüzünden sıradaki emrini bekliyordu. Çocuktum. Üzülmüştüm. Pencerenin önünden ayrılıp koltuğa oturmuştum. Düşüncelere dalıp, sürüncemede kalmıştı zihnim. Bir insanı bu kadar kolay üzebilirsiniz işte. Bir çocuğu ise bu kadar kolay üzüp, sürüncemede bırakabilirsiniz. Düşünmekten uyku bastırmıştı. Koltuktan kanepeye zıplayarak geçip, hiç duraksamadan kendimi kanepeye yaymıştım. Cenin pozisyonuna geçip ellerimi bacaklarımın arasına koyduğum sırada anlamıştım uykumun geldiğini ve annemle babamın asla eskisi gibi olmayacağını. Çünkü gözümü açtığımda bir curcunanın koptuğunu farkedip uykuya dalmadan uyanmıştım. Sersemlediğim için cümleleri seçemiyordum. Ama uykum açıldıkça, zaman geçtikçe daha iyi anlamaya başlamıştım.

"Ben eve geldiğimde yemek neden hazırlanmamış oluyor? Bu aralar sıklaştı bak Ayşenur."
"Ne zaman geleceğini bilmiyorum. Hergün farklı saatte geliyorsun bıktım senin sorumsuzluğundan."
"Bana bak aptal karı. Ben kendimi yırtıp gece gündüzleri demeden o zengin züppelerinin ağız kokusunu çekiyorum. Sen de bok varmış gibi ben evden çıkar çıkmaz gidip diğer salaklarla dedikodu yapıyorsun. Benim senden tek istediğim yemek yahu. Karın tokluğu istiyorum. Ayrıca bu çocuğu da burada başıboş bırakıyorsun. Yarın birgün sokaklara düşüp sürterse senin suçun."
"Neden benim suçum oluyor. Sen ona çok mu güzel babalık yapıyorsun? Çocuğun yüzüne sahte gülümsemeler serpiştirmeyi bırak. Ayrıca eve para giriyor. Ama ruhsuz bir adam getiriyor o parayı. Evin içinde duygu olmadıktan sonra para olsa kaç yazar. 20lik banknotlarla yüzümüze tebessüm mü çizeceğiz? Ben de senden bir tek ilgi istiyordum. Birazcık ilgilenseydin, şu an hepimiz de çok mutluyduk. "
"Seni öldürürüm."
"Öldür, öldür de kurtulayım senin meymeniyetsiz suratından."

Uzayıp gitmişti. 
Babam, yarım saat sonra evden kapıyı hızlıca çarpıp çıkmıştı. Tabi çıkmadan annemin üzerinde hem ruhsal hem fiziksel izler bırakmıştı. Annem ağlıyordu. Yanına gittiğimde ise bana sözlü şiddet uygulamıştı. Gücü yeten yetene kuralını bizzat o gün orada öğrenmiştim. Üzgünlüğümün üstüne üzgünlük katılmıştı. "İşte şimdi gönül rahatlığıyla uyuyabilirim." diyip üzgün argın biraz da dargın odama gidip uyumuştum. Gerçekten de gönül rahatlığıyla uyumuştum. Çünkü günlük üzülme kotamı fazlasıyla doldurmuştum o gün. 

İşte babam geçen iki günün sonunda üçüncü günün başında sabah güneş doğarken eve gelmişti. Cumartesi sabahıydı geldiğinde. Aradan saatler geçmişti, babam yine günü kahvaltı yaparak, öğle yemeği yiyerek, biraz gazete okuyarak ve ekranın başına geçirerek öldürmüştü. Sıra akşam yemeğine gelmişti. Günlük rutinini sonlandırması için son öğününü tüketip ekran başına geçmesi gerekiyordu. Annem kısık bir sesle seslendi ikimize. Ve ben de bununla birlikte anlamıştım saatin altıya yaklaştığını. Çünkü annem akşam yemeğini hep altıya doğru hazırladı. Hızlıca sofraya koşup önümde ne varsa koştuğumdan daha hızlı yemeğimi yemiştim. Her ikisi de bana ters ters bakmıştı. Bu sefer nedense sadece sadece bakmakla yetinmişlerdi. Galiba gerçekten konuşmak istemiyorlardı. Anneme "Eline sağlık." diyip sofradan kalkmıştım ve pencereye sek sek oynuyormuş gibi gitmiştim. Saat altıyı on geçiyordu ve hala ses seda yoktu tren raylarında. Kar şiddetini arttırmıştı. Raylar karla dolmuş, yol kenarındaki araçlar karın altında kaybolmak üzereydi. Çok sert rüzgar esiyordu. Tuvalete gitmem gerekiyordu ama treni kaçırırım diye tutmaya çalışıyordum kendimi. Sonunda dayanamayıp koşarak tuvalete gitmiştim. Tam ellerimi yıkayıp durularken trenin kornasını duymuştum. Sanki beni çağırıyor gibiydi. Yarım yamalak bir durulamayla aynı tempoda pencereye yönelmiştim. Nihayetinde tren perona yaklaşmış ve durmuştu. Bir inip binme curcunası, sigara içme curcunası, yerime oturdun kavgası boy gösteriyordu şu dakikalarda. Benim içimde ise acaba kim inecek bu durakta curcunası oluşmuştu. Merakla bekliyordum. İlk inen kahverengi gabardin pantolonuyla en başından merak uyandırmıştı üzerimde. İnerken giydiği bej rengi paltosu, sarı renkli beresi ve ekoseli şalıyla merakları daha fazla üzerine çekmişti. Hemen ardından inen adamın da pek altta kalır bir yanı yoktu. Kaşe kabanı, şimdiye kadar gördüğüm en güzel kabandı. Beş senelik yaşantımda iki üç kişiden fazlasında görmemiştim gerçi ama çok güzeldi. Ama taktığı İngiliz model kasketini başka hiç kimsede görmemiştim. Gözündeki gözlüğü saydam çerçeveydi ve camları yuvarlaktı. Kirli sakalı ve uzun bıyıklarıyla tüm elitliğinin yanına görkemini de eklemişti. El ele tutuşup yürüdüler. Harika bir çiftlerdi. Sonraki inen kişiler sekiz dokuz kişilik grup halindeydi ve hepsi en az elli yaşlarındaydı. Birisi vardı ki 80den yukarı olduğu çok bariz belli oluyordu. Kamburdu sırtı. Elinde bastion bir elinde muhtemelen içinde örgü bulunan poşet. Daha ağırını taşıyabilir miydi, sanmıyorum. Uzun bir pardesü üstüne geçirilmiş şalı vardı. Valizini yanındaki asıl beyefendi taşıyordu. Oğlu gibi duruyordu. Onlar da caddeye yürüyüp ilk gördüklerini taksiye el kaldırıp bindiler. Son gördüğüm ise iki çocuklu bir aileydi. Kadın düz ve klasikti ama bir o kadar havalıydı. Ayağında uzun çizme üzerinde çiçek desenli eteği vardı. Toplu sarı saçlarını şalla örtmüş çocuklarının ellerinden tutuyordu. Adam da en az kadın kadar havalıydı. Deri ceketinin fermuarı sonuna kadar çekili, üzerinde sanki onu sıkıyor gibiydi. Kot pantolonu normal kesim, ayağımda kısa bir bot vardı. Kirli sakalı ve bıyığı gülümsemelerinin saklanmasını engelliyordu. Çocuklarını izleyip tebessüm gökkuşağı çizmişti bulunduğu yerden çocuklarına kadar. Sırtında sırt çantası, bir omzunda başka bir çanta vardı. İki elinde ise iki valiz vardı sürüklediği. Çocuklarından biri diğerinden biraz daha büyüktü. Aralarında bir iki yaş vardı tahminimce. Biri erkek diğeri ise kızdı. Erkek olanı bir eli annesindeyken yerden kar alıp kız kardeşine atmaya çalışıyordu. Sonunda da başardı. Yüzüne doğru gerilip bir kartopu attı. Kız kardeş ağladı. Erkek kardeş güldü. Kızın kumral saçlarını rüzgar savuruyordu. Yüzüne vuran kar artık daha fazla acıtıyordu. Kendisi kışa selam durarak açan çiçekti. Tüm görkemiyle açıyordu ve ben buradayım diyordu. Ama mutluluğunu ve görkemini ufacık bir kartopu yerle bir etmişti. Çünkü henüz çocuktu ve görkemini kullanmasını bilmiyordu. İşte ben ilk defa o zaman ağladığını görmüştüm Kardelen'in. İlk kez gördüğümde ağlıyordu. Sonrasında ise çok nadirdi ağladığını gördüğüm zaman. Bir keresinde kedisi öldüğü için, bir keresinde de üniversite sınavında istediği puanı alamadığı için ağladığına şahit olmuştum. Benden başka kimse görmemişti ağladığını. Kış bile. Eğer kış görseydi bir kez daha ağladığını, muhtemelen Kardelen'e karşı tavır takınacaktı.

 "Oğlum camı açma, çok soğuk." haykırışları içinde camı açmıştım. Gözden kaybolana kadar izlemiştim bu güzel aileyi. İki sokak öteden sağa dönmüşlerdi. Altı katlı bir binaya girip, beşinci katta benle aynı manzarayı izleyen daireye girmişlerdi. Bunu söyleyebiliyordum çünkü Kardelen binaya girdikten on dakika sonra camdan başını çıkarmıştı. Güvercinliğe biriken karları avucunda sıkıştırıp dışarı atmaya başlamıştı. Bundan hayli keyif alıyordu, diğer tüm çocuklar gibi. Kardelen'i mutlu gördüğüm ilk seferde arkasına bakıp pencereden içeri yönelmişti. Muhtemelen annesi benim annemin ettiği sitemin aynısını etmişti. Sonra ben de içeri girip korkulu gözlerle anneme bakmıştım. O gün bir de temiz dayak yiyip koltuğa başımı koymuştum ve koltuğu sırılsıklam yapana kadar ağlamıştım. 

 Ertesi gün kahvaltımı yapar yapmaz dışarı çıkmak için hazırlandığımı hatırlıyorum. Ve babamın kahvaltıdan önce gittiğini, annemin ise kahvaltıyı hazırlayıp gittiğini. Hatırlamasam bile böyle gerçekleştiğine eminim olabilirim çünkü her hafta sonu bu şekilde başlayıp hüzünlü sona eriyordu. Annem karanlık çökene kadar gelmiyor, babam ise uyku vaktinde geliyordu. Atkımı yüzüme bağlayıp, eldivenlerimi takmıştım. Anahtarı çekmeceden çıkarıp dışarı çıkmıştım. Kendi kendime oynuyordum. Büyük kar topları yapıp duvarlara atıyordum. Sonra sıkılıp, önümden geçen arabalara daha küçük kar topları atmaya başlamıştım. Daha da sıkılıp, dev kütleler haline getirmiştim karları. Amacım kardan adam yapmaktı. Alt bedenini yapmıştım fakat üstüne koyacağım parça ağır gelmiş olacak ki kaldıramıştım. Bunu da hatırlıyorum. Hatırlıyorum çünkü hikayenin ucu Kardelen'e değiyordu. İçerisinde Kardelen olan her hikaye beş dakika önce son bulmuş ve hafızamda hep taze bekliyor gibiydi. 

 Bir ses duymuştum. 
"Kaldıramıyor musun onu?" görünce utanmıştım. Hiçbir şey diyemedim. Yanıma yaklaştı.
"İstersen sana yardım edebilirim. Beraber kaldıralım." yine bir şey diyememiştim. Geldi yanıma kütlenin bir ucundan o tuttu diğer ucundan ben. Güç bela kaldırıp koyduğumuz parçayla kardan adamın gövdesini de tamamlamıştık. Çok daha küçük olan baş kısmını da hazırlayıp tekrar birlikten kuvvet oluşturup yerleştirmiştik. Bir çubuğu burun yapıp birkaç küçük çakıl taşını diş yapmıştık. Daha düzgün ve biraz büyük olan taşlarla da göz yapmıştık. Geldiğim o yaşa kadar en çok eğlendiğim gündü sanırsam o gün. Yere uzanıp kelebek yapmıştık, kar topu savaşı oynamıştık. Gülüp, eğlenmiştik. İkimiz de üşümüştük. Güneş batmak, karanlık çökmek üzereydi. Annem çoktan eve gelmiş, camdan bana sesleniyordu. Bu sefer ilk ben konuşmuştum. 
 "Annem çağırıyor, gitmeliyim." 
 "Ben de gideyim."
 "Görüşürüz."
 "Yarın tekrar çıkalım."
 "Tamam." 
Yüzümde kardelenler açmıştı. Zıplaya zıplaya, güle oynaya eve girmiştim. 
































Geçemeyen Dakikalar

Üşümeye başladım. Kıştan çok söz etmiş olmamdan kaynaklıydı sanırsam. Acaba soğuktan mı ölecektim? Yoksa açlıktan mı? Ya da nefessizlikten mi? İçimde bir titreme, dışımda bir hissizlik vardı. Dişlerim birbirine çarpıyor, çarptıkça cam gibi çatlıyormuş ve un ufak olup dökülecekmiş gibi oluyordu. Aklıma doğaya ait olmayan o şeyler gelmişti. Belki bu benim işimi görebilirdi. Sağa sola hareket ederek bulmaya çalıştım. Sonunda buldum ve iki elimin arasına sıkıştırabildim. Dokusunu hissetmeye başladığım andan itibaren ne olduğunu anladım. Hemen bir elimden diğerine aktardım ve kıvılcımların çıkışını izledim. Çakmak ilk çakışımda yanmamıştı. İkincisinde yanmış ve etrafta inanılmaz bir aydınlık oluşmuştu. Aydınlığı görünce ikinci defa doğdum ben bu tabutun içinde. Anne rahminden çıkmış gibi hissettim. Tek farkı ağlayarak değil gülerek açmıştım gözlerimi aydınlığa. Ayrıca aydınlık, tabutun ürkütücülüğünü gözlerimin önüne sermişti. Etrafta böcekler kol geziyor ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. Keşke görmeseydim demekle yetindim sadece. 

 Kim beni buraya koyduysa bana ders vermek ve ölümden vazgeçirmek amacıyla koyduğunu da anlamış oldum aynı zamanda. Çünkü ellerim önde bağlanmış ve bulunduğum yere çakmak konmuşu. Muhtemelen üzerimde çok fazla toprak yoktur düşüncesi de aklımı kurcalamaya başladı. Kapağı ittirmeyi denedim. Çok zorladım olmadı. Belki ellerimi çözersem rahatça ittirebilirim diye düşündüm. Çakmağı çakıp halata doğru tutmaya başladım ama ateş tenime temas ediyordu. Ve ettikçe canım yanıyordu. Beni buraya kim koyduysa aynı zamanda acı çekmemi istiyordu anlaşılan. Kendisi yaşamanın kutsallığını bu şekilde zihnime kazımaya çalışmış belli ki.

 "Bence kazıdın zihnime yaşamı. Hatta öyle bir kazıdın ki, buradan çıkar çıkmaz kafamı dazlak yapıp, sağına Tolstoy'un soluna Seneca'nın güzel bir sözünü dövme yaptıracağım. Bunlar daimi olarak zihnimle temas edecekler. Yaşamanın güzelliğini, zorunluluğunu ve zorluğunu bana hatırlatacaklar. Artık beni buradan çıkarır mısın?"

Avazım çıktığı kadar bağırdım. Belki yukarıdadır ve beni dinliyordur diye. Hiçbir ses duymadım. Yine bu dar ve kapalı kutunun içindeki seslerle baş başa kaldım. Sol tarafıma yatıp içeriye koydukları diğer eşyayı bulmaya çalıştım. Bir şey hissetmeyince sağıma döndüm ve ilk halinden daha ince olan bir şey farkettim. Ateşi yaktım ve gördüm. Bu bana şimdiye kadar verilmiş en güzel hediyeydi galiba. Bulunduğum şartlar gereği böyle düşünüyordum bence ama yine de ilk beşe girerdi. Ezilmiş paketi güç bela elime aldım ve yine güç bela açıp içinden bir tane sigara çıkardım. Yakıp ilk dumanı çektiğimde beş litre oksijeni içime çekmiş gibi hissetmekle boğazıma hançer saplanıyormuş gibi hissetmek arasında kaldım çünkü ben sigarayı bırakalı beş sene olmuştu. Öksürüklerim dumanların arasında ezilip giderken, ardı ardına çekiyordum sigara dumanını içime ve çektikçe başım dönüyor, vücudum uyuşuyordu. Çakmağın ışıltısı yardımıyla izmarite ne kadar yolumun kaldığına baktım. İki çekişlik hakkım kalmıştı. İlk çekişimi onuru kırılan, yaşamaktan usanan, sevilememekten bıkanlar adına çekmiştim. Son çekişimi ise Kardelen'in beni bulması adına çekmiştim. Beni bulup buradan çıkarması. Buradan çıkarıp evine götürmesi. Evine götürüp benimle ilgilenmesi adına… İlk duman süzülüp, tüm Dünyayı dolaştı ve gitmesi gereken her yere gitti. İkincisi ise kapağı delemedi, dışarı çıkamadı, Kardelen'e ulaşamadı. 

 Üşümekten düşünemiyordum. Düşünememek uykumu getiriyordu. Çakmağın ışıltısına tekrar ihtiyaç duyduğumu hissettim. Önce sağ elimle yakıp sol elimi, sonra sol elimle yakıp sağ elimi ısıtmayı denedim. Beş dakikalığına ısınmıştım. Gazın azaldığını fark edince derhal çakmakla oyalanmayı bıraktım. Biraz bekledim. Bir şeylerle oyalanmam gerekiyordu. Son bir kez daha yaktım. Sigara paketini açtım ve içinde kaç tane olduğuna baktım. Altı. Altı sigara vardı. Her sigarayı oyalanarak on dakikada içeceğimi varsayarsam altmış dakika ediyordu. Altmış huzurla dolu koca dakika. Her sigaradan sonra bir saat geçmişe daldığımı varsayarsam yedi saat ediyordu. Her düşünce diliminden sonra iki saat sağa sola kıvranıp vakit öldürdüğümü varsayarsam on dokuz saat ediyordu. On dokuz saat içinde beni kurtardığını varsayıyorum Kardelen. Eğer ki aksini düşünürsem burada boğularak değil stresten öleceğimi çok iyi biliyordum. Ama varsayımların çoğu öteye gitmiyordu. Bunu da biliyordum. Sigaralardan konuşmuşken aklıma asla unutmayacağım bir olay daha geldi. O sıralar dokuz yaşındaydım. 






































Yirmi Sene Önce Üzülmenin Ne Demek Olduğunu Öğrendim

Saat sabah yedi suları, günlerden ise cumaydı. Annem sabah erken saatte kalkmış bana kahvaltı hazırlayıp beni çağırmıştı. İstisnasız hafta içi her gün bana yumurta pişiriyordu. Yumurtanın yanında her gün peynir olurdu. Diğerleri hep değişiyordu. Bazen domates doğruyordu. Bazen zeytin koyuyordu masaya. Bazen ekmek olmadığı için unla yumurtayı birleştirip pankeke benzer bir şey yapıyordu. Ama tadı çok güzel oluyordu. Seve seve yiyordum. Bir de her sabah okul kıyafetlerimi düzenleyip yanıma koyuyordu. Ben gidene kadar geri uyumuyordu. Giderken de alnıma tatlı bir öpücük konduruyordu. Annemle aram artık iyiydi. Babam ise sabahları bazen kahvaltı yapardı, bazen yapmazdı. Ama her sabah işe gider akşam oyalanmadan eve dönerdi. Her akşam kek getirir, meyve suyu getirirdi bana. Koşardım yanına, kocaman sarılır, sarılırken de ceplerini hissetmeye çalışırdım. Beni yere yatırır, boğuşurdu. Eğer güreşte yenersem keki verirdi bana. Ne tesadüftür ki şimdiye kadar hep yenmiştim. O zamanlar "Acaba babamdan daha mı güçlüyüm?" düşüncesi bir süre yormuştu kafamı. Babamla da aram iyiydi. 

 Bazen işten gelirken babam annem için yol kenarından çiçekler toplardı. Bir keresinde Anadolu yakasına gitmiş, Kuzguncukta gezerken tatlı görünümlü bir binanın giriş katında cam kenarına konmuş begonya çiçekleri görmüştü. Anlattığına göre cama tıklatmış çiçeği çok beğendiğini ve biraz verebilme imkanının olup olmadığını sormuş. Camı saçlarına aklar düşmüş dünyalar tatlısı bir teyze açmış ve çok kibar dille bir parça koparıp vermiş. Babam onu vapurda, otobüste muhafaza edene kadar canı çıkmış ama sonunda eve getirmişti. Şimdi ise bizim balkonumuzda duruyor ve hatıralarımızda çok güzel yer ediniyordu. Babam bununla hiçbir zaman yetinmezdi. Fırsat buldukça bizi dışarı götürür, İstanbul'un gezilesi yerlerini gezdirir, yemek yenmesi gereken yerlerden yemek yedirirdi. Bundan iki ay önce Fatih'e götürmüş gezilmesi gereken her yeri gezdirmişti. En aklımda kalanı Yerebatan Sarnıcı'ydı çünkü beni çok ürkütmüştü. Sultan Ahmet Camii'nde ben turist gibi etrafı izlerken, annemle babam öğle vaktini bekleyip namaz kılmışlardı. Oradan Ayasofya'ya, Ayasofya'dan Gülhane Parkı'na oradan Eminönü'ne geçmiştik. Orada yediğim balık ekmeği sanırsam hayatım boyunca unutmayacağım çünkü tuhaf bir ambiyansı vardı ve balık ekmeğin tadı gerçekten lezzetliydi. Babam bunlarla da asla yetinmezdi. Eskisi gibi televizyona çok dalmaz, sürekli benimle ve annemle sohbet ederdi. Aslında ne kadar eğlenceli bir adammış babam dediğim gün, ona dair fikirlerimin değiştiği, Dünya'nın en sağlam duvarını arkamda hissettiğim gündü. Kısacası annemle babamın da arası çok iyiydi. 

 İki sene olmuştu ben okula başlayalı ve Kardelen ile aynı okul, hatta aynı sınıfa denk düşmüştük. O zamandan bu yana değişen çok şey olmuştu. Bunlardan en önemlisi Kardelen'in babası geçen sene yine üzerinde onu sıkan deri ceketiyle ve yine bir kış vakti trene binmiş, Trakya'ya gitmişti. Sürekli iş için yolculuk yapardı. Kendisi avukattı ve son yolculuğunu o gün yapacağını kimse bilemezdi. Trenle Çorlu'ya gidip, belediye otobüsüyle adliyeye gitmişti. İşlerini halledip çıkarken, adliyenin kapısında kalp krizi geçirip oracıkta hayata gözlerini yummuştu. Dağ gibi adamı, dağ gibi başka bir şey durdurmuştu. Yoksa kolay kolay hayata karşı pes edecek birisi değildi. Çok giderdim evlerine ve her gittiğimde içtenliğini iliklerime kadar hissettirirdi. İkinci bir baba edasıyla saçımı okşar, derslerimi sorardı. Kardelen'le aramın bozuk olduğunu hemen anlardı, düzeltmek için ikimizi çağırır bizimle konuşurdu. Ara sıra beni yalnız gördüğünde ona okulda sahip çıkmamı söylerdi. Şimdiye kadar sürekli korumuştum. Her şeyden korumuştum. Çocuklardan, öğretmenlerden, köpeklerden, kedilerden. Korumacılığımı okulla sınırlandırmamıştım. Sokaklardan, arabalardan, yabancılardan korumuştum. Nerede Kardelen'in başına bir olay gelirse orada bitiyordum. İkimiz de çocuktuk. O benim en yakın arkadaşımdı, kardeşimdi. Onun babası da çok iyi duvar olurdu arkasında. Ölünce Kardelen'in yaslandığı duvar yıkıldı ve sonsuzuncu kattan, sonsuz metre aşağıya, sonsuz şekilde düşmeye başladı. O günden sonra hep ben duvar olmaya çalıştım ona. Ama benim duvarım öyle bir duvardı ki, her şey marshmallowdan ve şekerdendi. Tadı güzeldi, yedi. Yedikçe duvarın iskeletinin güçsüz ve olgun olmadığını gördü. İkimiz de gördük bunu. Ama ben hep şekerlerle onu oyalamaya çalışıp, çocuk kafasıyla her şeyin üstesinden gelmeye çalıştım. Bir noktadan sonra yetemedim. Ben yetemedikçe Kardelen bana küstü. Ve Kardelen bana küstükçe ben hayata küstüm. Şu an ikinci sınıftayız ikimizde ve ilk zamanlardaki gibi soğukluk yok aramızda. Ben nasıl alttan almam gerektiğini öğrendim. O ise nasıl güçlü kalması gerektiğini öğrendi. Bir süre sonra her şey güzel gitmeye başladı. Arada bir aklına gelse de Kardelen artık babasının yokluğunu kabul etmişti. Bu dünyadaki miadı dolan insan, ne kadar sevilirse sevilsin, ister tapın, ister taşlayın bir süre sonra unutuluyor. Çoğu insan ailesini kalbinde yaşatmaya devam ediyor, kimileri ise çabalıyor. Ama aklında ise genellikle yaşamın zorluğu, aşkın acımasızlıgı, gıdaların zammı gibi gündelik şeyler oluyor. Bu kadar basit varlıklarız işte. En ufak şeye hüngür hüngür ağlayabilir ve en ufak olayla onu unutabiliriz. 

Kahvaltımı bitirdiğimde, annemin telaşıyla karşı karşıya kalmıştım. Hızlıca okul kıyafetlerimi giyinip, çantamı sırtıma taktığımda kapı zili çalmıştı. Aşağıya indiğimde Kardelen'i kapının önünde beni bekliyorken gormüştüm. Ufacık sitem etti. 

"Nerede kaldın?"
"Çok güzel bir kahvaltı yedim. Hiç bitsin istemediğim için biraz oyalanmış olabilirim."
"Şimdi oyalanmayalım ve hızlıca okula gidelim, haydi."
"Kardelen, okula gidince yan yana oturalım mı?"

Dersin düzenini bozduğumuz ve çok fazla ses çıkardığımız için iki aydır beraber aynı sırada oturmuyorduk. Ben sınıfın bir ucunda o diğer ucundaydı. 

"Saçmalama, derse odaklanamıyoruz Şemsi. Zaten her zaman bir aradayız."
Bu akşam bir şeyler yapalım o zaman hem yarın tatil giriyor." 
"Ne yapalım?"
"Çikolata, bisküvi, içecek alalım istasyona gidelim. Trenin gelmesini bekleyelim. İnen insanlar hakkında konuşuruz. "
"Tamam anlaştık." 

Güle oynaya koşarak okula gittik. Derslerimize gereken önemi veriyorduk artık. İkimizin de derse katılımı artmış, öğretmenin gözüne girmiştik. Eğlenceli bir okul gününün sonunda gittiğimiz gibi dönerken de koşarak dönüyorduk çünkü tren gelmeden evelerimize gidip yemek yiyip dışarı çıkmamız gerekiyordu. Ben evin kapısına geldim zile bastım. Kardelen "Hızlı ol, oyalanma." dedi. Başımı sallayıp dış kapının ziline bastıkça bastım. Annem diyafondan konuştu. 

"Kim o?"
"Benim anne çabuk kapıyı aç."
"Yine tuvaletini mi tuttun? Eşşek sıpası."
"Ya ne alakası var anne hadi aç."

Düğmeye basıp kapıyı açtı. Basamakları iki iki çıkarken ayağım takıldı, az kalsın düşüyordum. Hiç umursamadım çıkmaya devam ettim. Son basamağa geldiğimde hemen oracıkta ayakkabılarımı çıkarmaya başladım, kapının önüne geldiğimde ayağımdan çıkmışlardı bile. Zile bastım, baktım açan yok. Yine bastım, ses gelmedi. Ve biri açana kadar basmaya karar verdim. Kapı açıldığında ben anneme, annem bana sitem etmişti. Hiç umursamadım, gidip ellerimi yıkadım. Ve banyodan çıkmadan anneme seslendim.

"Anne ben açım!"
"Oğlum yeni geldin, bir nefes al."
"Anne hızlıca yemem gerekiyor."
"Niyeymiş o?"
"Tren gelecek, Kardelen'le trenden inenleri izleyeceğiz."
"Bir gün başına bir şey gelecek bu tren sevdasından Şemsi. Tamam ben sofrayı hazırlıyorum. Gel otur masada. "

Gittim oturdum. Yemek yerken ilk defa bu kadar tiksindirici olmuştum. Daha önceleri de bir şeylere yetişmek için hızlı yediğim zamanlar olmuştu ama bu başkaydı. Çünkü en sevdiğim eğlenceyi Kardelen'le birlikte yapacaktım ki bunun sayesinde onu tanımıştım. Yemeğimi bitirdiğimde zil çalmıştı ve ben cama bakmıştım. Kapıdaki yine sabah okul üniformalı olup da çıkaran ve onun yerine limon rengi pantolon ve turuncu tişört giyen en yakın arkadaşım Kardelendi. Ben de üzerime bir şeyler giyinip yine aynı tempoyla aşağıya inmiştim. Beraber markete gittik. Ardından atıştırmalık birkaç şey alıp istasyonun yolunu tuttuk. Hangi vagonun önünde bekleyeceğimizi bilmiyorduk ve biz de birkaç dakika bunu konuştuk çünkü Çatalca'da az insan indiği için beklediğimiz vagondan kimsenin inmeme ihtimali vardı. 

"Sence nerede bekleyelim?"
"Bence en başta bekleyelim?"
"Neden?"
"İçime doğdu oradan çok kişi inecek. Sence nerede bekleyelim?"
"Bence ortalarda bir yerlerde bekleyelim."
"Neden ki?"
"Arkamızdan gelen insanları da rahat bir şekilde görebilmemiz için. Böylelikle trenin tamamını görebilecek bir noktada oluruz."
"Tamam öyle yapalım."

Beklememiz gereken yerde boş bir bank vardı. Hemen kurulduk oraya. Meyve suyumuzu açıp yudumlamaya başladık. Yanımıza tatlı bir köpek geldi. Kardelen çok korkuyordu köpeklerden. Sadece bir seferlik sakinliğini korumasını istedim. Köpeğin başını okşamaya başladım, hoşuna gitmiş olacak ki patilerini kaldırıp dizlerime koydu, sonra da başını bacağıma koyup kendisini sevdirmek istedi. Ben sevdikçe Kardelen biraz daha güvenmeye başladı. İlk olarak parmak ucunu köpeğin başına değdirdi. Biraz daha güvendi. Elinin tersiyle başını sevmeye başladı. Birkaç dakika sonra artık hayvanın yanaklarını sıkmaktan pişman ettirdi yanımıza geldiğine ve oracıkta uzaklaştı. 

Köpeğin uzaklaşmasıyla uzaklardan korna sesi gelmesi bir oldu. Tren ağır ağır perona doğru yaklaşıyordu. Makinist yardımcısı kapıyı açmış bağırıyordu. "Lütfen biraz geri çekilelim." biz en gerideydik, endişe etmemiz gereken bir durum yoktu. Nihayetinde tren perona geldi ve durdu. Önünde beklediğimiz vagondan hızlıca bir genç indi. Elindeki bisikleti yere bırakıp hızlıca pedalları çevirmeye başladı. Bu gencin saçları dalgalı sakalları da baya gürdü. Üzerinde İspanyol paça pantolon ve üstten iki düğmesi açık lacivert bir gömlek vardı. Acaba nereye yetişmeye çalışıyordu? Yine kimin kalbi kırılmıştı? Ya da kim hastanenin acilinde yatıyordu acaba? Bilinmezliklerle dolu bir telaş görmüştük gencin yüzünde. Telaş, utanmasa tüm vücudunu kaplayacak, gençte biyolojik semptomlar ortaya çıkaracaktı. Ardından arka vagonlardan gelen bir adam benim dikkatimi çekmişti. Başında takke üzerinde gömlek ve yelek, altında ise şalvar pantolon vardı. Muhtemelen ellili yaşlarındaydı. Bir çuvalı omuzlamış, valizini de elinde sürüklüyordu. Sürekli içinden dualar ede ede istasyondan dışarı doğru çıkıyordu. Mimiklerinden anlamıştım. Adam güneşin kavuru sıcaklığına küfür etmek yerine, dualarla kendisini sabır taşı yapma yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Kardelen'in pek ilgisini çekmemiş olacak ki beni dürtüp en öndeki vagondan inen, daha doğrusu inmeye çalışan kilolu bir kadını göstermişti. Kadın basamaklardan inerken o kadar zorlanmıştı ki kışın habercisi olan ayaza rağmen alnından terler akıyor, her basamak inişinde bacakları titriyor, yüzü kıpkırmızı oluyordu. Son basamağı da indiğinde soluk soluğaydı, etrafına mahcubiyet dolu gözlerle baktı. Utana sakına istasyondan çıkmak için yola koyuldu. Başka birisi ise ikimizin de dikkatini çekmişti. Boyu iki metreye yakındı galiba. Güneş gözlüğünün arkasındaki gözleri çok merak etmiştik. Ruhumuz esir alınmış gibiydi. Hiçbir şey olmamış gibi adamın yanına gittik. Başımızı kaldırdıkça boynumuz ile aralarında doksan derecelik açı oluşması için hiçbir sebep kalmıyordu. Adam bizi görmüştü ve gözlüğünü çıkarıp bakıp, gülümsemişti. Ardından ekledi.
"Ne oldu çocuklar? İlk defa mı bu kadar uzun birini görüyorsunuz?"

Gözleri inanılmaz güzeldi. Dünya'nın en büyük harikası olabilirdi. Ben kıskandım, Kardelen ise muhtemelen aşık olmuştu. Acaba bu gözler için kaç kadın birbirinin kuyusunu kazmıştı? 

"Evet ilk defa görüyoruz. Ama gözlerine daha çok şaşırdık abi. " dedim.
"Çok güzeller." dedi Kardelen. 

Adam güldü ve "İstersen birini sana diğerini de şu güzel hanımefendiye verebilirim." diyip Kardelen'i gösterdi. Ben kahkaha atıp "Ben istiyorum abi şimdi verebilir misin? Kendi gözüm yerine takacağım. İki farklı renkte iki gözüm olur. Çok güzel olmaz mı?" dedim. Adam kısık gözlerle baktı, gülümseyip ikimizin de başını okşayarak gitti. Gözden kaybolması bir hayli uzun sürmüştü. Kardelen onu izliyordu. Ben ise çoktan unutup inen başka yolcuları izliyordum. Birkaç saniye sonra bir aile görüp usulca olduğum yere çöktüm. Çökmemin sebebi bu ailenin çok yakından tanıdığım bir aileye benziyor oluşuydu. Bir baba gördüm ellerinde valizleri ile önde giden eşini ve çocuklarını büyük hayranlıkla izliyordu. Diyorum ya epey bir duruldum. Çünkü adamın üzerinde deri ceket vardı, altında ise onu sıkan dar kot pantolon. İki çocuğu vardı, biri kız diğeri erkek. Eşi çok tatlı bir elbise giymişti. Kırmızı renkli, ayağında ise çizmesi vardı. Siyah saçlı ve esmerdi farklı olarak bu kadın. Çocuklar yine birbirlerine sataşıyorlardı. Kız olanı ağlıyor, erkek kahkaha atıyordu. Diyorum ya artık düşünme yetimi kaybetmiştim. Çünkü Kardelen'in ailesiyle bu aileyi düşünmekten başka bir şey düşünemiyordum. 

O an için ben, kayıp bir ruh gibiydim. Zihin boşluğumda boğulmak üzereydim. Enkaz olmuştum. Birisi arkamdan gelmiş, seslenmiş, seslenmiş ama ben duymamıştım. Dokunmuş, dürtmüş ama ben hissetmemiştim. Önüme gelmiş, gözüme bakmıştı ama ben görmemiştim. Daldığım onca şeyden kopmamı sağlayan şey tahmin edeceğiniz üzere Kardelen'in gelişi ve gelirken seslenişiydi. O farklıydı. O tek bir harf bile çıkarsa, tüm dikkatimi ona verirdim. Tüm düşüncelerimden sıyrılıp somut, canlı ve kanlı olan Kardelen'e bağlardım nefesimi. Sonra nefes alışverişlerim titrer, düşlerdim mutluluğun nokta nokta ilerleyişinin hazzını. 

Kardelen beni transtan çıkarmış ve böylelikle bana kimin seslendiğini de fark etmeme sebep olmuştu. Bana seslenen kişi, üniformalı, göbekli, bıyıklı bir peron görevlisiydi. O kadar duymamışım ki, yanıma gelip beni kolumdan tutup çekiştirmeye başlamıştı. Konuşmaya başladım.

"Niye çekiyorsun beni abi?"
"Duymayınca sen, işitme engelli sandım."
"Sorduğum soruya cevap vermedin abi, tekrar soruyorum niye çekiyorsun beni?"
"Turuncu çizgiyi geçmiştin oğlum. Tren hareket etmek üzereydi."
"Tamam, anladım abi pardon, dalmışım."

Çizginin biraz gerisine gittim, akabinde Kardelen geldi yanıma. Bu sefer o konuşmaya başladı.

"Ne oldu öyle?"
"Hiç, hiç birşey olmadı."
"Emin misin?"
"Evet, eminim."

Gördüğüm aileden bahsetmeye hiç niyetim yoktu. Özellikle ailenin babasının tıpatıp Kardelen'in babasına benzediğinden bahsetmemeliydim. Ben boşluğa düştüysem, Kardelen boşluğa kendini atardı. Gülümsedim ve boş bir bank gösterdim. Telepati kurduk birbirimizle. Banka geçtik ve elimizde arda kalan meyve sularımızı içmeye başladık. Uzun bir sessizlik sonrası, evlerimize dönüşümüz kaçınılmaz olmuştu. O gece ben uyuyamamıştım. Kardelen ise bence çok derin bir uykuya kendini kaptırmıştı. 
.
.
.
Sabah olmuştu. Ben hala uyku uyuyamamıştım. Güneşin aydınlattığı odada ben hiç aydınlanamamıştım. İçimde kötü bir his vardı. Göğüs kafesim, kötü olan tüm hislerime parmaklık olmuştu ve kaçmalarına izin vermeye hiç niyeti yoktu. O kadar emindim ki kötü bir şey olacağına durup dururken ağlamaya başladım. Nedensiz. Durup dururken ağlamıştım. Daha önce hiç nedensiz ağlayan birini görmemiştim. Ağlayanlar genellikle kötü bir olay sonrası ağlıyorlardı. Mutluluktan ağlayan da hiç görmemiştim. Ama en azından onların bir sebebi vardı. Benim sebebim yoktu. O kadar çok ağladım ve o kadar çok uykum vardı ki, kıpkırmızı olan gözlerimden sanki kızıl yaşlar akıyor gibiydi. Gözümün içinde harita çizen damarlardan sanki kanlar boşalıyor, yanaklarımdan boynuma, boynumdan köprücük kemiğime doğru bir rota çiziyor gibiydi. En son dayanamayıp, hislerimin kalbimi incitmesine aldırmadan uykuya dalmıştım. Çok tekrar ettim ve yine edeceğim. Ben çocuktum, bir çocuk ne kadar kötü hissedebilirse o kadar hissetmiştim kötüyü. Aradan ne kadar geçmişti bilmiyordum fakat bu sefer, beni uykumdan etmeye gelen ama uyanık olduğumu görünce hüzünlenip bulutların arkasına saklanan güneş, intikamını almıştı. Gözüme değen ışık uykumu böldüğünde, ilk işim uyuyormuş numarası yapmaya devam etmek olmuştu. Kısa aralıklarla gözümü hafif açıp baktığımda annemin babama sarılıp televizyon izlediğini görmüştüm. Duvar saati de tam karşımdaydı. Baktığımda saat on ikiyi on geçiyordu. Saniye ibresi akrebi on kere geçti, ben onları izlemeye devam ettim. Daha önce hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Annemle babamı bu kadar yakın ve gülerken görmek değildi beni mutlu eden. Beni asıl mutlu eden şey, onların ben yokken de birbirlerine bu denli sevgi ve saygı dolu olduklarını fark etmeme sebep olmalarıydı. Ben yokken diyorum çünkü uyanık olduğumu bilmiyorlardı ve ben o an, onlar için koltuk gibiydim. Cansız ve ruhsuzdum. Birkaç saat önceki hisler yerini mutluluğa bırakmıştı ve göğüs kafesim mutluluğumu prangalara vurmamıştı. 
Saniye ibresi akrebi yirmi kez geçti, ben onların diyaloğuna kulak kabarttım. 

"Baksana ilk defa böyle deri uyuduğunu gördüm oğlumuzun."
"Değil mi? Ben de yeni fark ettim. Çok güzel uyuyor."
"Sana teşekkür ederiz oğlum, hem beni hem anneni sonsuz uçurumdan aşağıya düşerken tuttuğun için. Bize inancın tamdı. Bunu gözlerinle belli ettin. Ve gözlerin yakalarımızdan tutup uçurumun kıyısından kurtardı bizi."

Annemin ağladığını hıçkırıklardan, babamın annemin omzunu sıvazlamasını kıyafet sesinden anlamıştım. İçimden konuştum ama öfkeyle.

"Baba, bana teşekkür etmene gerek yok. Siz birbirinize inandınız. Sizi bir arada tutan şey bu. Çocuklarını umursamadan evliliklerini sonlandıran aileler var. Oğluna zarar veren aileler var. Eşini aldatan anneler, babalar var. Ben bir tokat bile yemedim sizden şimdiye kadar. Bazen üzülüyordum hiç konuşmadığınız için ama o günler geride kaldı. Şimdi daha güzel günler göreceğiz. Anne sana gelirsek neden ağlıyorsun bu kadar güzel sohbetin, tatlı sevginin ardından? Uyandığımda ikinize de sebepsiz küseceğim. Yani siz öyle sanacaksınız."

Saniye ibresi akrebi kırk kez geçti, ben televizyondaki seslere odaklandım. En sevdiğim film oynuyordu. Güdük Necmi, İnek Şaban'a eşek şakası yapıyor, Mahmut Hoca , Hafize Ana'yı uyarıyordu. Keşke gözümü açıp uyuyor numarasını sonlandırabilseydim. Ama sizi böyle görmek o kadar güzeldi ki bir ömür boyu bunu yapabilirdim belki. 

Saniye ibresi akrebi yetmiş kez geçtiğinde, ben yakalanmıştım. Çünkü ağlamalarıma hakim olamamış, bütün dikkatleri üzerimde toplamıştım. Sabahın erken saatlerinde gelen ağlama yine gelmişti. Neden hızlı değişiyordu acaba duygularım? Acaba bir şeyler mi olacaktı? Veya adını tam ifade edemediğim bir hastalığa mı yakalanmıştım? Bilmiyorum ama ağladığımı gören ailem ne yapacaklarını gayet iyi biliyorlardı. Usulca yanıma yaklaştılar, babam gözlerimden akan yaşları sildi, annem başımı, saçlarımı okşadı. Babam konuştu.

"Neden ağlıyorsun oğlum? Ne oldu?"

Konuşmadım, ağlamaya devam ettim. Annem konuştu.

"Senin gözyaşlarına kurban olurum oğlum ağlama ne olur." 

Gerçekten gözyaşlarıma kurban olurdu annem. Babam ise hıçkırıklarıma kurban olurdu. Aglamaya devam ettim, bir cümle ancak çıktı ağzımdan. Bir kelimeden oluşan bir cümle.

"Bilmiyorum."
"Ağlama oğlum kalk haydi elini yüzünü yıka, bir şeyler ye karnın acıkmıştır." 

Haklıydı annem. Kalkıp bir şeyler yesem belki kendime gelebilirdim. Bu arada söylemeden edemeyeceğim. Annemin her kötü durumu yemek yedirmekle, yemekle veya yapmakla aşmak gibi bir yeteneği vardı. Manavda sıra beklerken tartıştığında eve gelir meyve tabağı hazırlardı kendine. Eskiden babamla ne kadar limoni olsalarda her yemek hazırladığında, babamın yüzünde tebessüm oluşuyordu. Yemeği yediğinde ise hoş sohbetli bir insan oluyordu. Annem otobüste kalabalıktan bunaldıysa evde tatlı yapıp yiyor, içine daralma geldiğinde türk kahvesi yapıp içini rahatlatıyordu. Ben her ağladığımda ise ya yemeğe ya kahvaltıya çağırırdı beni. Masada bir şey olmasa bile yarım saatte her şeyi hazır eder, önüme koyardı. Sonrasında ise ben kelebek olup evin tavanına çarpa çarpa uçuşurdum. Mutluluktan ne yaptığımı bilmezdim. 

Kalktım, elimi yüzümü yıkadım. İsteksizce girdiğim bu yola, isteksizce devam etmem için hiçbir sebep yoktu. Ağlamalarım geçmiş, ruh halim iyiye doğru gidiyordu. Annem öyle bir insandı ki ben banyodan çıktığımda kahvaltının yarısını masaya koymuştu bile. Biraz babamın yanına geçip koltukta oturdum ve kendimi babamın kolunun altına attım. Babaların da böyle bir yeteneği vardı. Yanına yaklaştıkça kendini daha özgüvenli, güçlü, dinamik ve mutlu hissediyorsun. Kolunun altına girdikçe de gücünüzün en üst evresini hissedebiliyorsunuz. Anneninizin hazırladığı yemeği yediğinizde ise o gücü hissetmekte kalmayıp yaşıyorsunuz. Onunla bütünleşiyorsunuz. Duygularınızın Dünyası'nda tek yumruk adam oluyorsunuz ve tek yumrukla kötüyü getiren tüm duyguları karanlığa gömüyorsunuz. Sucuklu yumurtaya ekmeğimi banarken hüznümle karşılaştım. Ekmeği çiğnemeye başladığımda hüznümü de çiğnemiştim. Böreğin kokusunu içime çekerken, öfkemin merkezinde şiddetli bir kasırga yaratmıştım. Çayımı yudumlarken, kötümserliğimi Dünya'nın en derin çukuru olan Mariana çukurunda boğulmaya bırakmıştım. Güzel olan duygularımla birlikte ise kahve içip cikolatalar yemiştim kendi ütopik dünyamda. 

Kahvaltımı yediğimde o kadar çok mayışmıştım ki direkt gidip annemin dizine yatıp babamla gelecek hakkında konuşuyordum. O kadar çok hayalim yoktu. Yakın gelecekte hayallerim bisikletle, tetrisle; uzak gelecekte iyi bir meslekle sınırlıydı. Daimi gelecekte ise mutlu aile tablosunun devamlılığıyla sınırlıydı. Mutlu ve bütün olmakla ilgiliydi. Sıradanlıktan uzak, uyumsuzlukla alakasız olmakla ilgiliydi. Kavgalardan, küslüklerden kurtulmak ölümü hiç düşünmemekle ilgili olması da gerekiyordu. Onları da ekledim gelecek planlarıma. Annem bunu duyunca duygulandı. Gözlerinden yaşlar akıyor ama o saklıyordu. Öyle olduğunu düşünüyordu daha doğrusu. Ben farkettim ama bilmiyormuş gibi yaptım. Çünkü konuşsam annem daha çok saklamaya çalışacak ve çalıştıkça daha çok ağlayacaktı. Bunu biliyordum ve bildiğim için sustum. Hatta ben o gün sustum. Evdeydik sustum. Televizyon izliyorduk ağzımı bıçak açmadı. Dışarı çıktık etrafı izlemekle yetindim, babamla annem el ele yürürken aralarına bile girmedim. Gece yarısına yakın bir zamanda eve geldiğimizde konuştum. 

"Anne ben uyumak istiyorum. Çok yoruldum."

Biraz sorguladı beni. Ağzımı aradı. 

"Sen bugün neredeyse hiç konuşmadın oğlum. Ne oldu?"
"Bir şey olmadı anne. O kadar çok börek yedim ki sanırsam o dokundu bana. Çok halsiz hissediyorum. Uyusam iyi olurum." 
"Tamam oğlum. Yapıyorum yatağını." 

Annem yatağımı hazırlarken ben üzerimi değiştirmek ve dişimi fırçalamak için salondan çıktım. İçeri girdiğimde gördüğüm manzara beni şaşırtmıştı. Çünkü annem yastığımın yanına Pofuduk'u koymuştu. Pofuduk benim peluş oyuncağımdı. Kedileri çok sevdiğim ve annemin alerjisi olduğu için böyle bir çözüm bulmuştu babam. Onunla her şeyimi konuşurdum. Annem ve babamla konuştuğum, konuşmadığım, Kardelen'e anlattığım, hiç kimseye anlatamadığım her şeyi Pofuduk'a anlatıyordum. Annem anlamıştı. Hiçbir zaman, hiçbir şey annemin gözünden kaçmamıştı. Bunu kaçırmasını nasıl medet ummuştum ki? Koltukta oturup beni bekliyordu annem. Geldiğimi gördüğünd tatlı bir gülümsemeyle konuşmuştu. 

"Pofuduk bu gece seninle yatmak istiyormuş. Kalabilir mi yanında?"
"Kalabilir anne." diyip gülümsedim. 
"Çok geç saate kalmayın ama bak tamam mı?"
"Tamam anne. İyi geceler."
"İyi geceler. Bu arada unutmadan söyleyeyim. Yarın sabah erkenden şehir merkezine gideceğim. Babanla gidip bir şeyler alacağız. İstediğin bir şey var mı? Kılık kıyafet?"
"Yok anne. Siz gelin yeter. Sadece bunu istiyorum."
"Tamam yavrum. Öpüyorum seni iyi geceler. Sabah kahvaltı masada olur."
"Tamam annecim. Öpüyorum, iyi geceler."

Ben bu gece de uyumayı kendime yasak kılmıştım. Pofuduk'a sarıldım. Hiç bırakmak istemedim çünkü cansız bir varlığın, insanlardan daha şefkat sahibi olduğunu o gün öğrenmiştim. Hisleri ve duyguları yoktu ama beni anlıyordu. Ayrıca yumuşacıktı, isminin hakkını veriyordu. Sarılmamak elde değildi. Uzun süre konuşmadık. Konuşmadık diyorum çünkü ne kadar cansız da olsa benimle konuştuğunu, bir şeyler anlattığını düşünüyordum. Kendimi en kötü hissettiğim zamanlarda yanımda hep o vardı ve ben onunla konuşurken kendimi babamın, annemin ve Kardelen'in karışımı bir şeyle konuşuyormuş gibi hissediyordum. Yaklaşık iki saat kadar birbirimize sıkıca sarıldıktan sonra ben oturdum yatak haline getirilmiş koltuğa karşıma da Pofuduk'u aldım ve konuşmaya başladım. 

"Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. İki gündür niye böyleyim bilmiyorum. En kötü olan da bu değil midir? Neden kötü hissettiğini bilmeden günlerce, haftalarca iyi olamamak… Yani bir sebep olsa, onun uğruna kötü hissedeceğim. Ama inan hiçbir sebep yok, yani şu an benim bildiğim kadarıyla yok. Kendimi her şeye kapatmak, sabahtan akşama kadar yatmak, hiç konuşmamak, ağlamak ve bunları yapma sebebimin ne olduğunu düşünmek istiyorum. Galiba ben yatmayı seviyorum. Çok üşengeç bir insanım ve bunun bahanesiyle ağlıyorum. Ne dersin? Öyle miyim sence? Eğer öyleysem bunu değiştirmenin yollarını bulmam gerekiyor mu bilmiyorum. Çünkü yaşım daha dokuz ve ne yapıp, yapmayacağımı bilmiyorum. Söyle bana Pofuduk ne yapmalıyım? Her şeyi kalbime gömüp, hiç düşünmeden devam mı etmeliyim? Ya da düşünüp kafayı mı yiyeyim? Çok fazla ağlıyorum şu sıralar, acaba gözümü kapalı tutarsam ama sımsıkı bak, sımsıkı kapatırsam göz yaşlarımın akmasını engelleyebilir miyim? Bir keresinde bir arkadaşımdan duymuştum. Şimdiye kadar hiç ağlamamış. Dokuz sene boyunca ağlamamak, çok büyük cesaret istemez mi Pofuduk? Nihayetinde duygularına, gözyaşlarına, zihnine meydan okuyorsun ağlamamak için. Bence bebekken ağlamıştır. Aklı sıra beni kandıracak. Ama ya ağlamamışsa? Ya gözlerinden yanaklarına doğru akan tek şey su ise? Acaba ben bu durumda olsaydım ne yapardım? Gözyaşlarımı kendime küstürseydim bir daha dönerler miydi acaba? Ben dönmelerini isterdim galiba ya. Çünkü sevinçten de ağlayabiliyor insan ve ben sevinçten ağlamak isterdim. Sence Pofuduk, şu an ağlayayım mı, yoksa gözlerimi sımsıkı kapatıp ağlamamayı mı deneyeyim? Ağlayayım mı diyorsun? Tamam o zaman gelsin gözyaşlarım bakalım. Aksın gözlerimden çeneme, boynuma doğru. Dökülsün yastığa ve sırılsıklam yapsın. Yatağım boyunca uzasın ve kendi bölgesi ilan etsin. Sahi ben niçin ağlıyorum Pofuduk? Bana sebebini söylemeyecek misin? Sende mi bilmiyorsun? Bir dakika buldum galiba. Ben ilgi çekmek için ağlıyorum bence. Annemin ve babamın ilgisini çekmek için ağlıyorum. İlgi budalası bir insan olabilirim ben. Eğer böyleysem de kötü. Hiçbir zaman ilgi çekme çabam olmamıştı. İki günde ne değişmiş olabilir ki? Belki de annemle babamın ilgisini hissedince daha fazlasını elde etmeyi amaçlamışımdır. Nankör müyüm ben de diğer insanlar gibi? Karşısındaki insanla ilgilenip sonra onu kullanan diğer insanlar gibi? Nankörsem de daha çocuğum bunu akledemem bence. Bundan sonra kendime çeki düzen vermem gerekiyor gibi geldi. Haklı mıyım Pofuduk bir şeyler söyle? Haklıyım değil mi? Ah teşekkür ederim. 

Biraz rahatladım sanki ağladıktan sonra. Ne diyorsun Pofuduk? İnsan ağladıktan sonra rahatlar mı gerçekten? Eğer rahatlıyorsa insan, ağlamak çok güzel bir şeydir o zaman. Tekrar düşündüm de ağlayamadığımı, gözyaşlarımın değil de kalbimin ağladığını hissettim. Gözyaşlarım kalbime birikmiş, göğüs kafesimi okyanusa çevirmiş ve kalbimi oracıkta boğmuş gibi hissettim. Kalp, birazcık da duygularıyla hareket eden bir organ olduğu için kendini intihara sürüklemiş de olabilir. Düşündüm de kalbim öleceğine gözyaşlarım aksın gitsin. En azından bu şekilde intihar eden kalplerin sayısı bir azalır. 

Annemle babamı düşünüyorum Pofuduk. Nasıl tanışmışlar? Nasıl evlenmişler? Severek mi evlenmişler? Yoksa evlilikten sonra mı sevmişler birbirlerini? Gerçi onlar yeni yeni birbirlerini sevmeye başladılar. Onlar yüzünden çok zor seneler geçirdim. Çocuktum, umursamadım. Onlar kavga ederken ben de oyuncaklarıma kavga ettirdim. Zaten bana karşı kötülükleri de olmadı. Sadece birbirlerine kötülerdi. Ama önemli olan bana ne kadar yansıttıklarıydı ve bunu çok güzel yaptılar. Ben ise soğurdum hepsini içime çektim. Çok da güzel çektim. Bundan dolayıdır ki ailemi hep okula çağırırlardı. Birgün birini ittirdiğim için, başka gün tekme attığım, başka gün ise tokat atıp bağırdım için çağırıyorlardı. Gerçi ikinci sınıfa geçtiğimden beri hiç çağrılmadım. İşte burada devreye annem ile babamın birbiriyle artık iyi geçinmesi giriyor. Onlar ne kadar iyi geçiniyorsa ben de o kadar iyi oluyordum. Onlar ne kadar birbirlerini seviyorsa ben de o kadar insanları seviyordum. Onlar ne kadar birbirlerine tatlı konuşuyorsa ben de o kadar tatlı konuşuyordum Kardelen ile. Kısacası iyi ve kötüyü, yanlışı ve doğruyu, sevmeyi ve sevmemeyi, çözüm üretmeyi, kavga etmeyi, kendimi ve başkasını savunmayı, küfür etmeyi, üzülmeyi, mutlu olmayı annemle babamdan öğrenmiştim. Bana öğretecekleri daha çok şey var ve ben şu anki yaşantımdan ise gayet memnunum. Dünyanın en şanslı insanı olarak görüyorum kendimi. Bazıları çok şanssız, küvözde, erken veya hafif doğar. Üstelik bu şanssızlıkları bebeklik, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik dönemlerinde bile yakalarını bırakmaz. İyi bir çocukluk geçirmez genellikle bu kişiler ve ya aile içi fiziksel-psikolojik şiddete maruz kalırlar. Ya da aile fertlerinden birisi ölür, hayatın geri kalanı onlar için zindan gibi, boşluk gibi, alında çıkan koca sivilce gibi olur. Anlamsız olur. Amaçsız olur. Bu kişiler iş hayatlarında başarısız olur, özgüvensiz olur, mutsuz olur. Yaşlandıklarında ise illaki bir hastalık bulur bu şanssız kişileri. Yaşaması gereken daha onca sene varken kalp krizi, kanser yakalarına bulaşır. Kirlenir bu yakalar ve öyle temizlik malzemeleriyle geçmez. Ölüm onları bulursa yakalarındaki kirler temizlenir. Bütün şanssızlıkları o zaman biter işte. Öldüklerinde. Haklıyım değil mi Pofuduk? Lütfen onayla beni çok ihtiyacım var buna. Haksız mıyım? Bir daha söyle duyamadım. Ne demek haksızım? Seni şimdi alsam, duvara atsam haklı olur muyum? Olurum değil mi? Ah, teşekkürler Pofuduk. 

Birazda Kardelen hakkında konuşmak istiyorum Pofuduk. Seni çok tuttum, biliyorum ama ne yapayım, rahatlamam gerekiyordu. Gerçekten iyi değildim. Uykum gelmiyordu. Şu an yavaş yavaş göz kapaklarım kapanacak gibi. Hissediyorum Pofuduk. Göz kapaklarım birazdan kapanacak ve ben güzel bir güne uyanacağım. Annem güzel bir kahvaltı hazırlayıp gitmiş olacak babamla. Ben kahvaltımı yapacağım, dışarı çıkıp Kardelen'i çağıracağım. Oyun oynayıp, güleceğiz ve eğleneceğiz. Sonra akşam olacak eve gidip annem ve babama gün içerisinde neler yaptığımı anlatacağım. Kardelenle koşuşturmalarımızı, bisikletten düşüşümüzü anlatıp güleceğim. Evet bisikletten düşeceğiz. İkimiz hem de. Ben, bana bir şey olmamış gibi yapacağım, yanına gideceğim ve iyi olup olmadığını soracağım. Kardelen'i iyi gördüğüm zaman iyi olurum Pofuduk. O benim için hep endi. En iyi dost, en ve tek kardeş, en iyi sırdaş, en güçlü insan ve daha niceleri. Çok güçlü değil mi sence de Pofuduk? Kışın açan bir çiçek neden güçlü olmasın ki zaten? Soğuğa inat, beyaz taçları açar ama hep mütevazidirler. Başlarıda büküktür. Hayatın en ızdırabını da onlar çekmiştir. Soğuğa dayanmışlar evet ama aynı zamanda yıpranmışlardır da. Güçleri yerindedir ama uğraşmak istemezler, başına musallat olan onca şeyle. Kardelen ise ismini aldığı çiçeklerden tam sıyrılıp içine kapanık, güçsüz bir hal alacaktı ki orada ben devreye girdim. Biliyorsun Pofuduk, babası vefat etti onun ve çok zor bir dönem geçirdi. Hep yanında oldum. Eski gücüne kavuşmasını bekledim. Şimdi hem o benim yanımda, hem ben onun yanındayım. Birbirimize her türlü konuda destek çıkıyoruz. Mutluluğumuzu, üzüntümüzü paylaşıyoruz. Bu kadardı Pofuduk. Sana bu gece anlatacağım şeyler bunlardı. Seni seviyorum iyi geceler. Gözlerim kapanmak üzere. Yoruldum, çok yoruldum. Bu yaşımda neden bu kadar yoruldum ki acaba? Veya neden bu kadar ağladım? Biliyor musun Pofuduk? Bilmiyor musun? Başa mı döndüm? Ah evet haklısın, iyi geceler."

Gözlerim yavaş yavaş yorgun düşmeye başladı. Konuşmanın sonu geldiğinde göz kapaklarım geceye karşı başlattığı meydan okumayı kaybetti. Ben ise Pofuduk'u hiçbir zaman duvara fırlatmadım. Aksine ona sımsıkı, annemmiş gibi, babammış gibi sarılıp uyudum. 

Öyle bir uyumuşum ki sabah olmuş, bitmiş. Sabah bana darılmış. Sabah bir daha beni görmek istemediğini geceye iletmiş. Sabah kafayı sıyırmış. Sabah ağlamış, göz yaşlarını akıtmış, yeryüzünü sel yapmış. Öğle olmuştu. Dışarıya bakmak için cama çıkmıştım. Yağan yağmurun bir sürü su birikintisi yaptığını görmüştüm. Kaldırım kenarlarına "Yalvarırım bırakma." dercesine yapışan çamurlar görünce ise çamurda koşturan çocukların ayak tabanlarını oraya temizlediklerini anlamıştım. Havadaki bulutlar Güneşin çıkışını yasaklamış, sanki çok ayıp bir şey yapmış gibi muamele ediyorlardı. Pencereyi açtım, başımı dışarı çıkardım, derin bir nefes aldım. O kadar sertti ki oksijen, burnuma sağlam bir kroşe vurdu. Galiba sabahtan kalan son oksijeni denk getirmiştim kendime. Kendimi şanssız olarak tanımladım. "Bugünüm iyi geçmeyecek." cümlesi, sadece bugünlük benim mottom olmuştu. Kendimi bu moda soktum. 

"Hepsi bulutların suçuydu. Neden Güneşin önünü kapattınız ki? Siz eğer Güneşin önünü kapatmasaydınız, ışığı gözüme vuracaktı. Ben uyanacaktım. Sabahla da papaz olmayacaktım. Onun oksijeniyle de. Sonra kendime kahır aşılamayacaktım. Mutlu birgün geçirecektim. Kardelen'le görüşecektim. Sohbet edecektik, oyun oynayacaktık. Şu an onunla da görüşmeyeceğim. Çünkü keyfim yok. Hepsi sizin yüzünüzden! "

Bir an kendimi pencereye yakın bir konumda bağırarak konuşuyor şekilde gördüm. Kendime geldiğim zaman ilk işim ağzımı ellerimle kapatmak oldu. Hemen sustum. Gözlerim şaşkınlık derecesinde açılmıştı. Şok olmuştum, "Ben nasıl böyle bir şey yaparım? " diye sorgulamaya başlamıştım zihnimden. Hala ağzım kapalıydı. Pencereden geri geri yürüyerek uzaklaştım. Topuğumun ne zaman kanepeye değeceğini, ne zaman çömeleceğimi ve kanepeye oturacağımı biliyordum. Dürtüsel yaşandı her şey. Bağırdığım andan kanepeye oturduğum ana kadar. Dürtülerime hakim olamıyordum şu an. Tekrar kanepeye uzandım, ellerimi bacaklarımın arasında kavuşturdum. Soluma döndüm ve bacaklarımı karnıma çektim. O an ben yeni doğmuş gibiydim, aynı zamanda ölmüş gibiydim de. Gözlerim kapandı, sanki ruhumu ebediyete teslim edecek gibi kapandı ama. Çok uyudum, uzunca uyudum. Akşama hakaret ettim, geceyi görmezden geldim. Sabahın alnına bir öpücük kondurup, kulağına papatya yerleştirdim. 



































Hızlı Geçen Dakikalar
O kadar çok üşümüştüm ki kendimi ısıtmaya çalışmaktan enerjim kalmamıştı. Bu sıkışık, ürkütücü ve kasvetli yer beni iyice rahatsız etmeye başlamıştı ve ben hiçbir şey yapamamaktan sonunda başımı tabutun kenarlarına vura vura parçalayacaktım. Ayrıca kaşınıyordum. Bedenimin her yerinde konar göçer yaşam sürüyordu böcekler. İttirsem geliyorlardı. Üflesem de geliyorlardı. Ezdiğim zaman ise daha çok geliyorlardı. Ölenlerin leşini yemek için geldiklerinde daha büyük ve canlı bir hazine görüyorlardı. Böylelikle konar göçerlik onlar için daha cazip görünüyordu. Çok yorulmuştum böceklerle savaşmaktan. Bir noktadan sonra pes edecektim ve artık konar göçer yaşamayı bırakıp tarıma başlayacaklardı böcekler. Vücudumu delik deşik edip beni toprakla bütünleştireceklerdi. 

Dışarıdan sabit hızla gelip geçen bir ses duymuştum. Üzerimden olmasa da yaklaşık on metre uzağımdan bir araç geçmişti. Nasıl anladım? Çünkü tekerlek seslerini duydum ve sesler arttıkça üzerime orantılı olarak toprak dökülüyordu. Ses bittikten birkaç saniye sonra son toz taneleri kirpiğime gelmiş, oradan gözüme girmişti. Gözüm yaşarmıştı ama galiba yaşarmasının tek sebebi toprak değildi. Araba geçerken çok kısa sesle de olsa bir şarkı duymuştum. Bu şarkı benim en sevdiğim film olan Pulp Fiction'ın en ikonik sahnesi olan dans sahnesinde çalan Chuck Berry'nin You Never Can Tell şarkısıydı. Nerede, ne zaman, ne kadar kısa süreliğine çaldığı farketmez. Her yerde tanırdım bu şarkıyı. O dansı hatta arada bir Kardelen ile canlandırırdık. Bir dakika. Evet, Kardelenle canlandırırdık. Benim en sevdiğim sahne olduğunu biliyordu. Bir dakika. Bunu Mustafa'ya biliyordu, Ayşenur'da biliyordu, Kerem'de biliyordu. Bunlar bana oyun mu oynuyordu? Eğer oyunsa doğduklarına pişman edecektim buradan çıktığımda. Ama ya değilse? Ya benim ölmemi istedilerse? Kapağı yumruklamaya ve yalvarmaya başladım ama dışarıda yine kocaman sessizlik hakimdi. Gecenin ketenperesine düşmüştüm. Nafile diyip ellerimi tabutun tabanıyla birleştirdim. Yoruldum dedektiflik yapmaktan, sadece zihnim aktifti bu görevde. Elim, kolum, bacaklarım, gövdem mahpustu toprağın altında. Zihnim de pes edecek gibiydi. Yoruldum geçmişi düşünmekten. Son kez biraz mola vermenin iyi olduğunu da düşündükten sonra bir müddet düşünmemeye karar verdim. Hem trajik hikayemin en can alıcı yerinde zihnimin biraz dinlenmeye ihtiyacı vardı ve daha çok dedektiflik yapacaktı. 

Çok yoruldum. 


Kardelen'i hayal etmekten yoruldum.


Müziğin büyülü Dünyası'nda tıkılı kalmayı özledim.


Annemin gözlerime öpücük kondurmasına hasret kaldım. 


Babamın gerilmiş göğsüne sarılmaktan hiç bıkmadım. 


Mutluluk artık çok uzağımda.


Aslında biraz da yakınımda.


Gerçekler acaba suratıma ne zaman tokat gibi çarpacak?


Sürüncemem acaba ne zaman sona erecek?


Acaba hikayemi sona erdirebilecek miyim?


Dokunduğum o tenlere bir daha dokunabilecek miyim?


Çok yoruldum, düşünmekten yoruldum. 


Kardelen'i düşünmekten yoruldum.


Siktir git artık hayal dünyamdan!



































Yirmi Sene Önce Üzülmenin Ne Demek Olduğunu Anlamama Son Bir Gece Kalmıştı.

Akşam beni gürültüsüyle dürtmüştü. Umursamadım, uyumaya devam ettim. Gece soğuk elleriyle gövdeme, bacaklarıma tokatlar atmıştı. İşte ben o zaman uyanmıştım. Camı açık bırakmışım, üstelik mutfağın camı da, iki yeri birbirine bağlayan kapılar da açık kalmıştı. Üşüdüğümü fark ettiğimde öksürükler sırtımı hançerliyor, boğazımı gıdıklıyor, kaburgalarımın kafesini parçalıyordu. Boğazı gıdıklanan birine çok acımasızca davranıyordu bence öksürük. Gittim mutfağa, demliğe sıcak su koydum, kaynamasını bekledim. O sırada gidip camları kapattım. Bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Mutfağın camını kapatırken binanın önünde tartışan bir çift gördüm. Tam da sokak lambasının önünde tartışıyorlardı. Sanki sergilenmek isterlercesine haykırıyorlardı lambanın altında. Hava soğuktu. Erkek olanın üzerinde kalın bir kaban, uzun bir bot vardı. Asker postalı gibiydi ve çok kasıntı bir insan gibi görünmesine sebep oluyordu. Başında kahverengi bir bere, boynunda ise yeşil ekose çizgili mavi bir atkı vardı. Kadın ise deri bir çizmenin üstüne siyah kot pantolon, onun üstüne kırmızı uzun bir mont giymişti. O da başına bere takmış, düz sarı renk bir atkı da boynuna takmıştı. İkisi de çok güzel görünüyordu ve bence uyumlulardı. İnsanların giyinişlerini çok inceleyen ben ise gayet rüküştüm. Bence yoktan bir sebepten tartışıyorlar düşüncesi aklımdan geçerken kadın, adamı itti. Adam kadının boğazına yapıştı. Merak edip pencereyi tekrar açtım. Diyaloglar aynen şöyleydi. 

"Rahat bırakın beni! Artık istemiyorum. Ne seni, ne getirdiğin adamları, ne de lanet paranı."
"Adamın evine gidip, kafasında şişe kırmak ne ulan fahişe! Hemen gidiyoruz geri ve özür diliyorsun. Yoksa bu gece bu sokakta leşini köpeklere veririz."
"İstemiyorum, anlamıyor musun? Zorla götürüyorsun beni. Artık istemiyorum! "
"Önceden ne vardı da istiyordun söylesene."
"Mecburdum. Param yoktu. Açlıktan ölecektim."
"Şimdi paran var mı? Zengin misin?"
"Hayır ama erkek arkadaşım var. Onunla kalıyorum."
"Lan aptal! Erkek arkadaşını da keserim seni de. Çileden çıkarma beni. Önceden neden mecburmuşsun? Gidip başka bir yerde namusunla para kazanabilirdin. Bunu neden istemedin?"
"Çünkü şehre yeni gelmiştim! Kimseyi tanımıyordum. Yalvarırım beni rahat bırak lütfen."
"Ağlama, hadi gidiyoruz. Bulaştın bu boka daha da temizleyemezsin."
"Bırak kolumu, acıtıyorsun!"
"Şimdi sus.
Veya ağlayabilirsin. Sessizce ama. Sessizce ağlamana izin veriyorum."
"Yalvarırım!"

Ne parasından söz ediyordu bunlar? Fahişe ne demekti? Adamlar kadından ne istiyordu? Kadın niye ağlıyordu? En ufak bir fikrim yoktu. Saçma bir kavga diyip geçiştirdim zihnimde. Başımı pencereden tekrar çıkardım. Sağa sola bakınıp, düşünmeden edemedim. Komşu evlerde olayı izleyen bir sürü insan vardı. Ama bu insanların hepsi tepkisizdi. Film izler gibi izliyorlardı. Utanmasalar çekirdek çıtlayacaklardı. İnsanlar neden böyle bir olay sırasında sessiz kalıyorlar? Bunu nasıl başarabiliyorlar? Sesten rahatsız olan bir kişi bile yok muydu? Veya vicdanlı olan bir insan bile nasıl olamazdı? Ben olsaydım onların yerinde, camdan seslenirdim bu çifte. Sessiz olun derdim. Adam bana karşılık verseydi. İnerdim aşağıya icabına bakardım. İnsanlar kulaklarını, gözlerini, ağzını kapatır olmuş artık. Sadece işlerine gelince açıyorlar. Benim gözlerim açıktı ama cesaretim yoktu. Çünkü henüz çocuktum. 

Bu aptalların kuru gürültüsü yüzünden demliği ocakta unutmuştum. Su kaynamış, demlik kızmış, su bitmeye ramak kalmış, demlik kükremişti. Hemen ocağı kapattım. Kalan suyla idare edecektim artık. Dolaptan bir bardak aldım. Soğuk dolaptan ise bir tane limon. Çekmeceden bir bıçak alıp limonu tezgaha koydum. Limonu ve bıçağı o kadar acemice ve o kadar komik tutuyordum ki kendime gülmüştüm. Sanki kurbanlık hayvanı tutup, boğazına bıçağı dayamış gibiydim ayrıca. Çünkü çok gergindim. Ya elimi kesersem, ya limon sarı kırmızı olursa. Sarı kırmızı olmamalıydı çünkü ben Fenerbahçeliydim. O kadar odaklanmıştım ki, sanki okuldaydım ve matematik sorusu çözüyordum. Sanki Kardelen yere düşmüştü, dizi yaralanmıştı ve ben canı acımasın diye dikkatlice yara bandı takıyordum. Sanki babam nalbura gönderiyor ve ben kulaklarımı kabartıyordum. Sanki annem markete gönderiyor ve ben yine kulaklarımı kabartıyor gibiydim. Limonu ortadan ikiye sakince böldüm. İki yarım parçayı alıp bardağa sıkmıştım. Gücümün yettiği kadarı bardağa girmişti. Yetmediği kadarı ise bulunduğu sarı kabuklu evde gayet halinden memnun gibiydi. Demliği ocaktan aldım bardağa boşalttım. Bir tane küp şeker de ilave ettikten sonra kaşıkla karıştırdım. Bütün susanların dillerini, bütün görmezden gelenlerin gözlerini, bütün duymazdan gelenlerin kulaklarını bir torbaya koyup eziyormuş gibi ezdim küp şekeri kaşıkla. Sonra limonlu suyumdan yudum alıp suratımı ekşittim. Bundan sonra insanlık görevini yerine getirmek yerine sessizce izlemeyi tercih edecek olan tüm insanlara karşı suratımı ekşitecektim. 

Bütün bu olan bitenler nedense bana anne ve babamı hatırlattılar. Onlar bence evde değildi. Eğer evde olsalardı gece yatmadan önce camları kapatırlardı. Bunca gürültüye uyanırlardı. Annemi çok iyi tanıyorum. En ufak sesten, ışıktan uykusu bölünürdü. Babamı da çok iyi tanıyorum. Dışarıdaki gürültüye asla sessiz kalmazdı. En azından cama çıkar bir iki şey söylerdi. Neden hiç ses yoktu? Niye herkes "Bir iki üç tıp." demiş gibi suskundu? Babam neden horlamıyordu? Sebebini öğrenmenin tek yolu vardı. Odalarının kapısına gittim. Tıklattım, ses gelmedi. İçimden on beşe kadar saydım. Sonra içeri girdim. Odada kimse yoktu ve gördüğüm en düzenli odaydı. Meraktan çatlayacaktım. Nerdeydi bunlar? Beni terk edip başka bir şehre mi taşındılar acaba? Lütfen bir an önce gelin. Aile kavramıyla yeni tanışmışken ben, beni bir daha mahrum bırakmayın sevginizden. Daha yeni yeni toparlamaya başlamışken ben, tek hamlenizle dağıtmayın ruhumu. Ruhsuz bir insan olarak uzun süre yaşadım. Tekrar uzun bir süre yaşamaya hiç niyetim yok. Lütfen gelin. Pofuduk'a sorsam acaba bilecek mi nerede olduğunuzu? Hiç sanmıyorum. En iyisi onunla biraz konuşayım. Belki o zamana kadar gelirsiniz. 

"Pofuduk, nerdesin? Heh burdasın buldum seni. Annemle babam hala gelmemişler. Ben yalnız hissediyorum ve biraz da korkuyorum. Acaba neredeler? Kendilerine ufak bir izin mi verdiler? Şu an belki de bir otel odasındadırlar. Belki de birbirlerine sarılıp uyumuşlardır ve yarın sabah erkenden geleceklerdir. Gönlümü rahat tutmalıyım değil mi Pofuduk? Ama dayanamıyorum. Sürekli aklıma kötü şeyler geliyor. Hem beni almadan gideceklerini düşünmüyorum. Gitseler bile haber verirlerdi bence. Kafayı yiyeceğimi, saçlarımı yolacağımı, ağlayacağımı düşünmüşlerdir. Yok ya, onlar şu an birbirlerine sarılıp uyumuyordur Pofuduk. O kadar düşüncesiz değillerdir. O zaman geriye iki ihtimal kalıyor. Ya beni terk edip gittiler, ya da başlarına kötü bir şey geldi. İki ihtimalde birbirinden kötü Pofuduk. Ne? Kafada kurmayı bırakıp azıcık sakinleşmemi mi istiyorsun? Haklı olabilirsin. En iyisi sessizce bekleyeyim. Geldikleri zaman kavga ederim onlarla." 

Beklemek çok yorucu bir şeymiş diye geçirdim içimden. Sabırsız olmamdan kaynaklı mutfak ve salon arası gitgel yapmaya başladım ve babam gelene kadar saymaya yemin etmiştim. Bir, iki, üç, dört, beş. Lütfen gelin artık korkuyorum. İnşallah başınıza bir şey gelmemiştir. Tek başına ne yaparım hiç bilmiyorum. Tek ailem sizsiniz ve siz olmadan yaşamak nedir bilemem ben. Altı, yedi, sekiz, dokuz, on. Bitsin artık bu yorucu dakikalar. Bitsin artık öfkeli bekleyiş. Bitsin gözyaşlarım, bitsin kavuşamamak. Yirmi, yirmi bir, yirmi iki. Kardelen şu an sana çok ihtiyacım var. Ben sana nasıl anne, baba oluyorsam sen de bana öylesin. Keşke evinizin telefon numarasını biliyor olsaydım. Şimdi, şu an arardım. Elli, elli bir. Anne hadi gel artık. Senin saçlarını uzaktan sevemiyorum. Baba neredesin? Omzunu hissedemiyorum. Yoruldum. Yüz otuz altı. Yere oturup, fayansın soğuk zemini üzerine yatasım var. Biraz da ağlayasım. İki yüz kırk beş. Yarın da okul var. Ne yapsam acaba gitsem mi? Boşver, gitmeyeyim. Üç yüz altmış yedi. Ellerim titriyor. Başım ağrıyor. Dört yüz seksen sekiz. Uykum geliyor. Yedi yüz on iki. Gelin artık. Allah ikinizin de belasını versin! Beni burada yalnız bırakmaya hakkınız yok! Bu kadar çok sevmişken sizi, sevginizi benden saklamanıza gerek yok! Ya ölüm döşeğindeysem, kirpiklerim ya birbirine değmek üzereyse sonsuza dek. Bunları benden başka kimse bilmeyecek çünkü burada benden başka kimse yok! Yalvarırım artık lütfen gelin. Öldüyseniz bile gelin. 

28 Temmuz 2021 Çarşamba

Bir Film Bir Replik



Professione:Reporter(Michalangelo Antonioni)(1975)
Kız:Kimsin?
David Locke: Eskiden başka biriydim ama onu değiştirdim. Peki ya sen?
Kız:Şey ben Barselona'dayım. Başka biri olan biriyle konuşuyorum.

The Purple Color(Steven Spielberg)(1985)
"Nasıl olduğunu bilirim bayan Celie. Bir yere gitmek isteyip de gidememeyi. Şarkı söylemek isteyip de yutkunmak zorunda kalmayı bilirim."

"Fakirim, siyahım. Çirkin bile olabilirim. Ama sevgili Tanrım, buradayım işte. Buradayım! "

The Truman Show(Peter Weir)(1998)

"Birisi bana yardım edebilir mi? Çünkü içimden geldiği gibi davranıyorum!"

The Platform(Galder Gaztelu-Urrutia)(2020)

"-Yukarıdakilerle haberleşmek gerek.
+Niçin?
+Ne demek niçin? Yemeği paylaşsınlar diye. Böylece mesajı 46'ya iletirler sonra 45.. böylece devam eder.
-Siz komünist misiniz?
+Mantıklıyım.
-Yukarıdakiler bir komünisti dinlemezler.
+Ben de aşağıdakilerle başlarım."

Joker(Todd Phillips)(2019)

"Akıl sağlığı yerinde olmayan yalnız birini, ona çöp gibi davranıp dışlayan bir toplum ile karşı karşıya getirirsen eline ne geçer?"

One Flew Over The Cuckoo's Nest(Milos Forman)(1975)

"Siz deli olduğunuzu mu sanıyorsunuz?. Değilsiniz..! Sokaklarda dolaşan insanlardan daha deli değilsiniz."

A Few Good Man(Rob Cruiseer) (1992)

"Gerçeği kaldıramazsınız!
Gerçeğin üstesinden gelemezsiniz!"

"Şerefli olmak için apolet takmak gerekmez!"

The Shining(Stanley Kubrick)(1980)

"Bazı yerler insanlar gibidir. Bazıları parlar bazıları parlamaz."

"Neden içiyorsun?
Unutmak için.
Neyi unutmak için?
Neden içtiğimi."

26 Haziran 2021 Cumartesi

Ben Duyduğunuz, Gördüğünüz, Hissettiğiniz Her Şeyim

Feyyaz, kötü olan her şeyin birleşimi gibiydi. Ayrıca kendisine duyduğu gereksiz bir özgüven ve kendini beğenmişliği vardı. Bunun sebebi çok belliydi. Etrafında duran birkaç paralı koruma, kasada tuttuğu bir tomar para ve altın,  ona ihtiraslı bir şekilde ego aşılıyordu. Zaman geçtikçe çevrede güçlenmesi de cabasıydı. Gereksiz özgüven ağır bir hastalıktır. Tedavisi ise ölümdür. Ruhu ve bedeni rahatlatmanın tek yolu ölümdür çünkü ruh o sırada hiç olmadığı kadar özgür olur. Havalara uçar. Gitmek istediği her yere gider. Görmek istediği herkesi görür. Sevmek istediği herkesi sever. Küfür etmek istediği herkese küfür eder. Yaşarken özgür olan bütün insanların bile erişemiyeceği mertebeye erişir. "O yüzden senin bu özgürlük makamına ermen için elimden geleni yapacağım Feyyaz. Bu ağır hastalıktan kurtaracağım seni. Bunu bizzat ben yapmayacağım. Zaten yapmaya da gücüm yetmez. Bunu senden daha zengin, daha çok paralı koruması ve daha çok nam yapmış bir adama yaptıracağım. Onları kışkırtacağım."


Feyyaza olacakları düşündükçe iyice soyutlaştığımı düşündüğüm bu toplumun içine doğru sıyrılıyorum. İlk önce başımı içeri doğru soktum. Garipsedim, çok farklıydı orası. Her yerde insanlar, arabalar, ağaçlar, röpdeşambırlar, güzel kokulu parfümler vardı. Somutlaşmanın ilk adımını gerçekleştirdim sanırım. En zor olanı yaptım. Birazcık zamana ihtiyacı var zihnimin. Bütün betimlemelerin ortasında yapayalnız kalmaması için çok az bir zaman lazım sadece. Bu zamanı iyi değerlendirmek için yola koyulmuştum. Bindim kamyonete, kontağı çalıştırdım, yola koyuldum. Gideceğim yer Kadı Çıkmazı sokağında saatli bombanın çıkardığı tik tak sesi gibi bir sesi belli periyotlarla çıkaran bir araba hurdacısıydı. Eski bir dostumun işlettiği bu yerde,  yer üstü insanları sadece ağır hasarlı olan araçlarını hurda niyetine satıyorlar. Yeraltı insanları ise çaldıkları lüks arabaları hurdaya çeviriyor, uyuşturucu ticareti yapıyordu. Yol üstündeyken aradım. Çaldı, çaldı ve çaldı. Cevap gelmedi. Tekrar aradım, yine cevap gelmedi. Telefonu açana kadar aradım. Sonunda açtı. 


"Ne oldu, ne bu acele?"

"Sana doğru geliyorum. Yüklü miktarda uyuşturucu var elimde. "

"Nereden buldun?"

"Bırak nereden bulduğumu. On dakikaya oradayım."

"Tamam."

Ben eski dostumun belli etmediği mutluluğum. Mutluluğu belli etmemen gereken yerler vardır. Ciddiyet dolu bir ortamdayken, mutluluk verici haber aldığın zaman o mutluluğu içerinde yaşamalısın kısa bir süre. Diğer insanların dikkatini dağıtmamalısın. Aksi halde insanların nefret edeceği bir kişi haline dönüşürsün ve o insanlar benim gibi biriyse mutluluğunu kursağında bırakabilirler. 

Eski dostumun araba hurdasına gelmiş bulunmaktaydım. Eski dostum diyordum çünkü eski dostlar sadece işin düştü mü arayacağın kişilerdir. Aranız ne iyidir ne kötü. Çıkar ilişkisi dostluktan daha ön plandadır. Dostluk bambaşka bir şeydir. Her anında yanında olan kişiye dost dersin. Birbirinizden sürekli haberiniz olur. Aranızda bir kıyafetin lafı olmaz veya birkaç hüzünlü kelimenin veya bir ayakkabının veya birkaç kafa şişirmenin. İşte bu yüzden eski dostum diyordum. Dostum da hiç yoktu orası ayrı tabi. Araba hurdası, geceleri fazlasıyla tenha gündüzleri ise fazlasıyla kalabalık olan, kalabalığı ise hayattan umudunu yitirmiş insanlar tarafından olan biraz ürkütücü bir yerdeydi. Kornaya dokundum, eski dostum girişe gelip beni karşıladı. Fazla vaktim olmadığını ve elimdekilerin ederinin yarısı paraya ona hepsini verebileceğimi söyledim. Hiç ikiletmedi, sorgulamadı ve kabul etti. Parayı alır almaz çıktım oradan. Kamyonete bindim ve sıradaki işimi yapmak için yola koyuldum. 

12 Haziran 2021 Cumartesi

My Dinner With Andre

My Dinner With Andre

Bu film iki eski arkadaşın bir araya gelip, birlikte akşam yemeği yerken ettikleri sohbeti bize izlettiren bir şaheser. Filmin baş rolü senaryosudur. Bazen diyalogları anlamazsınız, geri sararsınız, bazen çok hoşunuza gittiği için geri sararsınız ve bazen filmi durdurup etkileyici olan o konuşmaların içine dalıp, düşüncelere dalarsınız.  O diyalogalar sanki kendinizi oradaymış ve konuşulanlara kulak misafiri oluyormuşsunuz hissiyatına kapılmanıza sebep olabilir. Oyuncular samimi fakat üst düzey değil, kameradaki titreşimler sizin dikkatinizi bile dağıtabilir. İşte bu yüzden baş rolü senaryo diyorum. Bazı insanlar, durağan geçen kafa kurcalayan filmleri izlemeyi sevmezler. Bu film de durağan ve kafa kurcalayan bir film. Hatta neredeyse sadece tek bir mekanda geçiyor.

 

Şimdi buraya çok hoşuma giden birkaç repliğini bırakmak istiyorum.

 

‘’ Alışkanlıklarına göre yaşıyorsan aslında yaşamıyorsun demektir.’’


‘’Ama tecrübe ettiğim bu şey, gerçekten yaşıyor olduğumu fark etmek hayatımda ilk kez başıma geliyordu. Bu çok korkutucuydu zira bununla birlikte ölümün farkındalığı da geliyordu çünkü ikisi asla ayrılamazdı. Her şeyle bağlantılı olduğun hissi aynı zamanda ölümle de bağlantılısın demekti.’’


‘’Birden fark ediyorsun ki Tanrım, ben hayatımı yaşadığımı sanıyordum oysa insan bile değilmişim, oyuncu olmuşum.

Yaşamamışım.

Yaşarmış gibi yapmışım.

Baba rolünü oynamışım. Koca rolünü oynamışım. Arkadaş rolünü oynamışım. Yazar, yönetmen ya da her neysem o rolü oynamışım. Bu insanla aynı odada yaşamışım ama onu gerçekten görmemişim.

Gerçekten işitmemişim.

Gerçekten beraber olmamışım.’’


‘’Hedef ve planlar, bunlar birer hayaldir. Bir hayal aleminin parçalarıdır. Öylesine aptala görünüyor ki, bir şekilde herkesin hayatında küçücük de olsa hedefleri var. Hangisi olduğunun önemini vurgulamadıkça çok saçma oluyor.’’


‘’Ama böyle akşamlar bizim için tipiktir. yani sürekli olarak bu halde yemeklere veya partilere katılırız. böylesine akşamlar hastalıklı rüyalara benziyor çünkü insanlar sembollerle anlaşıyorlar. herkes bu sis ve bilinçsiz hislerin içerisinde yüzüyor gibi. hiç kimse gerçekte ne düşündüğünü söylemiyor. sonra insanlar şakalaşmaya başlıyorlar ve bunlar da gizli şifreler gibi oluyor.’’